15 Ocak 2013 Salı

KÜÇÜK DENİZ KIZININ ŞEHRİDİR KOPENHAG...


“Sende Stockholm Sendromu var” diye bir cümle duymayanınız yoktur sanırım. Sizde ya da bende var mı bilmiyorum? Peki nedir bu Stockholm Sendromu? “ Rehinenin kendisini rehin alan kişiye duygusal anlamda bağlanması olarak özetlenebilecek psikolojik durumu anlatan terim” Psikiyatr Nils Bejerot tarafından adlandırılan sendrom, ismini ise 1973 yılında İsveç'in başkenti Stockholm'de yaşanan bir olaydan almaktadır. Banka soyguncusu tarafından altı gün boyunca rehin tutulan bir kadın, soyguncuya duygusal olarak bağlanır. Serbest kaldığında soyguncuyu savunmakla kalmaz, nişanlısını terk ederek kendisini rehin alan banka soyguncusunun hapisten çıkmasını bekler.Stokholm sendromu bir çok rehine olayında da yaşanmıştır.İşte sendromlara isim olmuş kentte sevdiğim kente veda vakti geldi. Uçaktayız. Kopenhag’a doğru uçuyoruz. Yorulduğumuzu hissediyorum.Nereden çıktı bu sendrom da şimdi demeyin okuyorum ve paylaşıyorum.Stockholm’den Kopenhag’a uçarken buldum notlarım arasında.

“Kasptrup” Havaalanında iniyoruz. Havaalanı şehre çok yakın. Otobüse binerek otelimizin tam önünde iniyoruz. Otelimiz First Hotel Copenhagen. Tam deniz kıyısında. Manzaramız harika. Otele yerleştikten sonra hemen deniz kenarına iniyoruz. Şehir merkezine gidip şehri keşfetme şansımız yok. Saatiniz olmasa zamanın öğlen olduğunu düşünebilirsiniz ama gece yarısına çoktan geldik. Karanlığı yine göremeden uyuyoruz.

Sabah erkenden kalkarak kahvaltı salonuna iniyoruz. Kahvaltı salonu yine genç Danimarkalı anneler ve küçük çocuklarıyla dolu. Otelimiz önünden otobüse binerek merkeze doğru gidiyoruz. Zürih, Viyana, Vancouver ve Sidney’den sonra yaşam standartı ve yaşanılası kent sıralamasında 5. sırada yer alan Kopenhag sokaklarını keşfimiz başlıyor.

Osterport Tren Garında otobüsten iniyoruz. Hava yağmurlu en iyisi Hopp On Hopp Off’la şehir turu. Karşıya geçerek yürüyoruz. Kısa bir süre sonra şehir turu otobüsünü görüyoruz. Bilet alarak otobüse yerleşiyoruz.

İlk olarak Little Mermaid’e(Küçük Deniz Kızı Heykeli) gidiyoruz.Heykelin yakınında duruyor otobüsümüz. Heykelin önünde fotoğraf çektirebilmek için kuyruk oluşmuş. Çocukluğumuzda okuduğumuz veya duyduğumuz “Küçük Deniz Kızı” masalını hatırlarsınız. Denizlerin dibinde babasına ait krallıkta yaşayan ve 15 yaşına geldiğinde denizler üzerindeki yaşamı görmeyi hayal eden Deniz Kızı su üzerine çıktığında bir prense aşık olur. Sevgilisi prensle birlikte olmak için sesinden vazgeçip ayaklarına kavuşur. Ama bu kez sesini duyuramadığından sevdiğine bir türlü kavuşamaz. Sonunda da bir köpüğe dönüşür. İşte heykel ünlü Danimarkalı yazar Hans Christian Andersen’in “Küçük Deniz Kızı” isimli romanının kahramanı olup 1909 yılında, Carlsberg bira tarafından yaptırılıyor. Bronz olan heykel yapılırken sanatçı tarafından, heykelin vücuduna ve başına model olarak eşinin kullanıldığını ve heykelin boyunun 1.25 metre olduğunu hatırlıyorum.

Otobüse binerek keşfe devam ediyoruz. Amalienborg Slotsplads Meydanına geliyoruz. Meydanda bir heykel ve önünde yine fotoğraf için bekleyen turistleri görüyoruz. Meydanda döşeli parke taşlarının görünümü hoşumuza gidiyor. Oturarak Meydanı ve etrafındaki binaları seyrediyoruz.Meydan denize çok yakın. Deniz kıyısına doğru yürüyoruz. Girişindeki “The Amalie Garden on the Waterfront” yazısından ismini öğrendiğimiz parkı görerek içeri giriyoruz. Parkın ortasında yer alan havuzun kenarında yine fotoğraf çektirenleri fark ediyorum. Parkta dolaşırken de otobüsle bundan sonra gitmeyi planladığımız Opera Binası tüm heybetiyle karşımıza çıkıyor.

Dünyadaki Opera Binaları arasında imalat maliyeti en pahalı opera binası önündeyiz. Fotoğraf çektirerek Meydana dönüyoruz. Sarayın bahçesinde acaba Saray Muhafızlarının nöbet değişimini yakalayabilir miyiz diye düşünüyoruz. Başlarında kürklü ve uzun başlıklı şapkaları ve değişik kıyafetleriyle Saray Muhafızlarını görüyoruz. Ancak nöbet değişiminin öğlen olduğunu öğreniyoruz.

O sırada otobüsümüz geliyor. Binerek tura devam ediyoruz.

Ameliengade bölgesindeyiz ve otobüsten inerek Ameliengade Sarayına giriyoruz. Sarayda halen Kraliçe Margrethe’in ailesiyle yaşadığını öğreniyorum. Rokoko tarzındaki sarayı dolaşarak çıkıyoruz. Sarayın arkasında Roma’daki Saint Pierre Kilisesi benzeri bir kilise görüyorum. Mermer Kilise adındaki bu kilisenin Roma’daki Saint Pierre Kilisesinin örnek alınarak yapıldığını okuyorum.

Yürümeye devam ediyoruz. Şehrin olmazsa olmazı ve can damarı Nyhavn Limanındayız. Burası esasında bir kanal. 1671-1673 yılları arasında Danimarkalı askerle tarafından 300 metre kazılarak yapılmış bu kanal senelerce şehrin ve şehir ticaretinin can damarı olmuş. Renkli, hareketli sokağında yürüyoruz. Cafe ve restoranlar dolu. Yollarda müzik yapan gruplar var. Kanal kenarında ellerinde biralar, pizza veya sandviçlerini yiyen insanları görüyoruz. Önce tekneye binerek şehri denizden izliyoruz. Bunun keyfinin de harika olduğunu görüyoruz. Tekne inişinde restoranlardan birisine girerek yemeğimizi sipariş ediyoruz. Seni çok sevdik Kopenhag.

Yemek sonrası Rosenborg Kalesine gitmek üzere otobüsümüze biniyoruz. Burası esasında bir park. Rosenborg Kalesi, Rosenborg Kışlası, Kraliyet Muhafızları ve Heykellerin olduğu bir park. Güzel ülkemin şehir planlayıcılarının ve belediyelerde Park ve Bahçeler yetkililerinin mutlaka görmeleri gereken bir park.

İlk olarak 1605 yılında yazlık saray olarak yapılman ve 1710 yılına kadar Danimarka Kraliyet Yazlık Sarayı olarak kullanılan ve şu an kraliyet mücevherlerinin sergilendiği Rosenborg Kalesini geziyoruz. Sarayın arka bahçesinde Danimarka Saray Muhafızlarının eğitim kışlasının olduğunu fark ediyoruz. Eğitimde olmaları nedeniyle de ilgiyle askerlerin eğitimini izliyoruz.

Parkta İtalyan Heykeltraş Giovanni Barata tarafından yapılan “Hercules Pavilion” heykeli bulunduğunu bildiğimden heykeli arıyoruz. 3 heykelden oluşan şaheserleri görerek parkta dolaşmaya devam ediyoruz. Parkta yeşillikler üzerinde dinlenen Danimarka’lılar görüyoruz. Parka hayran kalarak çıkıyoruz.

Otobüse binerek şehir turuna devam ediyoruz. The Round Tower isimli “Gökyüzü Gözlemevi”ni, neo-klasik tarzdaki ulusal katedrali görüyoruz(Meraklısına Not: Vor Frue Kirke ülkenin ulusal katedrali olup Katedral’de ünlü Heykeltıraş Bertel Thorvaldsen tarafından yapılan “Mesih ve Havari Heykelleri” bulunmaktadır).

Radhusets’a geliyoruz. Meydanda çok sayıda bisiklet görüyorum. En az 400-500 bisiklet olduğunu düşünüyorum.

Yürüyerek Belediye Sarayı Meydanına geliyoruz(Radhuspladsen). Belediye Binasının Kulesi dikkatimizi çekiyor. Kulede hava durumuyla ilgili olarak heykellerin sürekli değiştiğini öğreniyorum. Hava tahmininin güzel olacağı tahmin edildiğinde bisiklete binmiş bir kız dönerken görülürken,havanın yağmurlu olacağı tahmin edildiğinde şemsiye ile köpeğini gezdiren bir kız heykeli dönerken görülüyor. Meydanda çocukluğumun kahramanlarının yazarının, “Hans Christian Andersen” in heykelinin önündeyim. Çocukluğumun yazarısın Andersen. Senin o kadar çok masalını okudum ki anlatamam. İşte hatırladıklarımdan sizlerle paylaşmak istediklerim. Eminim okuduğunuzda sizi çocukluğunuzu yaşadığınız yıllara döndüreceğim.

(1. PRENSES VE BEZELYE TANESİ: Günlerden çok fırtınalı ve sağanaklı bir gündür. Tepenin yüceliklerindeki büyük şatoda bir kral, kraliçe ve yakışıklı oğulları prens oturmaktadır. Prens çok uzun yıllar boyunca kendi gibi iyi ahlaklı ve güzel bir prenses arar. Ancak bu kadar aramaya rağmen bulamamıştır ve bunun üzüntüsüyle şatoya geri dönmüştür. Durumu krala anlatacağı zaman kapı vurulur. Kapıyı açan kral karşısında sırılsıklam olmuş güzel mi güzel bir kız görür, hemen içeriye alır, kraliçe kızın bir prenses olamayacağını ve kızın asil olmadığını düşünerek prensin kızla evlenmesine karşı çıkar. Daha sonra kız için hazırlanan yatağın altına bir bezelye tanesi koyarak üstüne yumuşak yataklar koyarak kızı istirahat ettirirler. Sabahleyin kıza rahat edip etmediğini soran kraliçe, sabaha kadar uyumadığını ve yatakta bir şeyin beni rahatsız ettiğini söyler. Kraliçe gülümseyerek “ancak bir prenses bu kadar nazlı olabilir.” Diyerek prensin bu kızla evlenmesine izin verir.

2. KİBRİTÇİ KIZ:

Soğuk bir Noel arifesinde, kentin caddelerinde herkes eğlenirken küçük kız onları seyredip kendi kendine eğleniyordur. Küçük kız kibritçi dir. Kutu ile kibrit satar. O soğuk havada insanlar eğlenirken küçük kız hayatın acımasızlığını, yoksulluğu tatmıştır. Ailesine yardım etmek için her geçene kibrit satmak ister, fakat o gece hiç satamamıştır. Havanın çok soğuk olması ve kızın yorgun oluşu yinede onu yıldıramamıştır. Birazcık olsun ısınmak için iki ev arasında bir aralığa girer ve hayallere dalar. Çocukluğunu mutlu bir şekilde yaşamak, iyi bir evde oturmak, yoksulluk çekmemek gibi; derken biraz ısınmak için bir kibrit yakar. Nasıl olsa üvey annem ve babam anlamaz diyerek sıcacık bir ev hayal ederken kibriti yakarak bitirir. Bu durumu fark edince ne yapacağını şaşırmış, korkmuş ve ölmüş büyük annesinden yardım dilenmeye, seslenmeye başlar. Durmaksızın yağan kar, küçük kibritçi kızın üstünü örter. Küçük kız, kaskatı ve donmuş kalakalır oracıkta. Büyük annesi elini uzatır ve küçük kibritçi kızı yanına alır.

3. DÜNYANIN EN GÜZEL GÜLÜ :

Bir zamanlar yaşlı bir kraliçe varmış. Kraliçe güçlü, dediği dedik bir insanmış. Kimse bir dediğini iki etmezmiş. Kraliçe, bütün mevsimlerde bütün dünya ülkelerinde yetişen güllerden güzel güller yetiştirirmiş. Ama sarayda, acı ve keder kol geziyormuş. Çünkü kraliçe çok ağır hastaymış, doktorlarda yakında öleceğini söylüyorlarmış. “Tek bir umut var kraliçenin kurtulması için” demiş bir bilgin. “Eğer dünyanın en güzel, en soylu gülünü bulup getirirseniz kraliçe uzun yıllar yaşar.” Yaşlı, genç kraliçenin iyileşmesi için dünyanın dört bir yanında en güzel gülü aramaya koyulmuş ama hiç biri işe yaramamış. Sonunda kraliçenin küçük oğlu annesine seslenerek beni dinle demiş ve başlamış okumaya. Kitapta, cennetin görünmeyen bir köşesinde açan yapayalnız bir gülden söz ediliyormuş. Bu gül kendisini ta derinden görmek isteyene görünürmüş. Beyaz bir gülmüş ama güneşin batışında pembeleşen, o kızıllık yansıdığı vakit büyüleyici bir renge bürünen bu gül gerçek sevginin ve güzelliğin simgesi imiş. Birden tatlı bir pembelik yayıldı. Kraliçenin yanaklarına, gözleri büyüdü, bir güneş gibi parladı ve kitabın yaprakları arasında pembe bir gül, dünyanın en güzel gülü beliriverdi. “Onu görüyorum !” diye bağırdı kraliçe. Bu gülü kim görürse bir daha hiç mutsuz olmaz ve ölümsüzleşirmiş...

4. ÜÇ ZIPZIPIN ÖYKÜSÜ :

Çekirge, pire ve uçan kaz bir gün saraya davet edilmişler. Kral üçünün arasında bir yarış düzenleyecek ve en yükseğe sıçrayana büyük bir ödül verecekmiş. Sonunda ödülü açıklamış. Yarışı kazanana kızımı vereceğim demiş. Yarışmaya önce pire, çekirge sonrada uçan kaz tek tek zıplayarak yarışmışlar. Bunların her biri kendini diğerlerinden üstün görüyormuş. İlk yarışan pire çok yüksek zıplayınca görünmemiş ve onu almamış olarak kabul etmişler. Çekirgede pirenin yarısı kadar zıplamış ancak kralın üstüne konduğu için kral ona çok kızmış. Sıra uçan kaza gelmiş, kaz nazikçe prensesin yanına kadar sıçramış kral bu nazikçe sıçrayışı görünce kararını açıklamış. “En yükseğe sıçrayan kızıma doğru sıçrayandır.” Demiştir ve prensesi uçan kaza vermeğe karar vermiş. Olayı duyan pire ile çekirge yaptıkları hatayı anlayıp çok üzülmüşler.

5. KÜÇÜK DENİZ KIZI :

Zamanın birinde okyanusların dibinde bir şato varmış. Burada kral büyük anne ve altı kız beraber yaşarmış. Bu kızlardan en küçüğü hepsinden güzelmiş. Büyük anneleri arada sırada masallar anlatır yeryüzünde ve insanlardan bahsedermiş. Kızlara yeryüzünü göstereceğine dair söz vermiş. Kızlar on beş yaşına geldiklerinde yeryüzünü görüp geri gelmişler. Kızların beşi geri dönmeyi ve eski yerinde yaşamayı kabullenirken en küçük kız ise dünyalı bir prense aşık olmuş ve bir an önce onun yanına gitmek istiyormuş. Büyük anneleri haberi duyunca deniz büyücüsüne gidip çözüm aramış. Deniz büyücüsü deniz kızına bacak verecek ama karşılığında kız sesini kaybedecekti. Deniz kızı zor da olsa prensi için bu şartı kabul etmiş ve hemen prensin yanına varmıştı. Prens bunun konuşamıyor olduğunu fark edince kardeşi gibi davranmaya başlamış. Deniz kızı bu duruma çok üzülmüş. Kısa bir süre sonra prens başka biriyle evlenmeye karar vermiş. Durumdan haberdar olan büyük anne büyücüye gidip yardım istemiş. Büyücü özel bir hançer yaparak, demiş “Eğer hançeri prensin kalbine saplarsa kurtulur, yapamazsa ölür.” Hançeri alan deniz kızı prensin uyuduğu bir akşam kalbine saplamak istemiş. Ancak o sırada uyanan prens tebessüm ederek bana bir şey mi söyleyecektin demiş. Deniz kızı bunu yapamayacağını anlayınca daha fazla dayanamayarak oradan ayrılır. Kısa bir zaman gezindikten sonra vücudunun değiştiğini görür. Fazla zaman geçmeden deniz kızı hayata veda eder.

6. KARA BUĞDAY :

Fırtınadan sonra bir kara buğday tarlasından geçenler bilir. Kara buğday tarlası sanki kavrulmuş gibidir. Yaşlı söğüdün tam önünde bir kara buğday tarlası varmış. Kara buğday Pek kibirli imiş. Başı yükseklerden hiç inmezmiş. “Bende buğday başakları kadar güzelim üstelik çok daha da güzelim. Benim çiçeklerim, elma çiçeklerine benzer, herkes hayranlıkla seyreder. Benden güzeli var mı ? söyle söğüt ağacı” demiş. Söğüt, ağır ağır başını sallar. “var... var...” dermiş. Aradan zaman geçmiş, hava bozmuş, fırtınalar yağmurlar başlamış. Fırtınayı gören bütün çiçekler , bitkiler boyun bükerken kara buğday pek kibirli ya, asla boynunu eğmezmiş. Onu diğer bitkiler uyarmış fakat kara buğday duymamazlıktan gelmiş. Fırtına geçip, rüzgarlar dinince, doğa adeta bir sessizliğe bürünmüş. Her taraf sakinleşmiş, güzelleşmiş. Ama kara buğday yangından çıkmış gibi kavrulmuş kararmış, simsiyah olmuş işe yaramaz, cansız bir ot oluvermiş olayı gören ve duyan diğer çiçek ve otlar olaya çok üzülmüşler.

7. KUMBARA :

Çocukların odasında, gar dolabın üstünde oldukça yüksek bir köşede domuz biçiminde içi ağzına kadar para dolu bir kumbara varmış. Gar dolabın tepesinde yer aldığı için odada olup biteni seyredebiliyor, karnındakilerle her şeyi satın alabileceğini düşünüyordu. Buda onu çok mutlu ediyordu. Odadaki tüm oyuncaklar beraberce oynarlardı fakat kumbarayı oyuna çağırmak için davetiye göndermek gerekiyordu. Çünkü aşağıdaki konuşmaların duyamayacak kadar yüksekte idi. Aşağıdaki oyunları, eğlenceleri yalnızca seyretmekle yetinirdi. Kumbara bu duruma çok üzülmüş çok kızmış ve hayallere dalmıştı. Bir süre sonra bom.... domuz kumbara paramparça yerde yatıyordu. Tabi içinde fırlayıp dört bir yana saçılan paralarda oradan oraya yuvarlanıyor, dans edip duruyordu. Paralar dünyaya yeniden gelmişçesine bir anlık dahi olsa özgürlüğün tadını çıkararak dans ederken domuz kumbaranın parçaları da bir kutuya konuyordu. Her şeyin bir başı bir sonu vardır derler. Umarız yeni kumbaranın başına aynı şeyler gelmez.

8. SU DAMLASI :

Büyütecin ne olduğunu, her şeyi yüz kat büyülten bir çeşit gözlük camı olduğunu herkes bilir. Bir damla suya büyüteçle bakıldığında binlerce küçük yaratık görünür. Oysa çıplak gözle bakarsak onların hiç birini göremeyiz. Ama onlar her zaman o suyun içindedir. Bir zamanlar “dev amca” adında bir adam yaşarmış, güzel, ilginç olan her şeye sahip olmak istermiş eğer elde edemezse ya büyücüye başvurur yad kendi kendine binbir çeşit yol icat edermiş. Bir gün aline büyüteci alıp bir damla suyu incelemiş suyun içinde o gözle görünmez yaratıklar hiç durmadan hareket ediyorlar, sıçrayıp, hopluyorlarmış. Çok ilginç bulmuş fakat daha net görmek için renklendirmeyi düşünmüş ve kırmızı bir renk damlatmış içine. Bu bir büyücünün kanıymış. Birden sudaki yaratıklar pespembe oluvermiş. Bu yaratıkları bir kente yaşayan canlılara benzetmiş. Hiç durmadan itişiyorlar, dövüşüyorlar, birbirlerini çekiştiriyor ve acımasızca ısırıyorlar. Aşağıdakiler yukarı çıkmak istiyor hem de devamlı onları sindirmeye çalışıyorlar. “Aslında bu yalnızca bir su damlası” demiş. Gülümseyerek “Ama yinede gerçek yaşamdan bir örnek. Oysa tüm canlılar birbirlerine sevgi ile baksalar her şey daha güzel olmaz mıydı ? diyerek bitirir.)

Nereden nereye…Kopenhag’la başladık Andersen’den Masallara geldik.

Meydandan ayrılıyoruz. Stroget Caddesine geliyoruz. Bu caddenin özelliğinin Avrupa’nın en uzun yaya alışveriş caddesi olduğunu öğreniyoruz. Beş caddeden (Frederiksberkgade, Nygade, Vimmelskaffet, Amagertorv ve Ostergade) oluşan Stroget Kopenhag’ın en meşhur caddesi. Caddede bulunan Danimarka Ulusal Müzesine giriyoruz. Anadolu’dan kaçırılan “Seikilos Kitabesi” ni görüyoruz ( Meraklısına Not: Seikilos Kitabesi: Nota dahil komple bir müzik kompozisyonunun dünya üzerinde bulunan ve bilinen en eski örneği olup mezar taşının üzerine işlenen, şarkı sözleri ve melodiden oluşmaktadır. Efes bölgesinde bulunmuştur. MÖ.200- MS.100 yılları arasındaki döneme aittir). Üzülüyoruz.

Müzeden çıkarak yürümeye devam ediyoruz. Avrupa’da Paris Disneyland’tan sonra en çok gezilen Tivoli Park karşımıza çıkıyor. Akşam üzeri olması ve girişin 18 Euro olması nedeniyle içeriye girmiyoruz.

Glytotek Müzesine gidiyoruz. Burada ünlü heykeltraş Thorvaldsen'in heykelleri bulunuyor.Müzede Gauguin’in 35 tablosunu,Rodin’in 30 heykelini görmenin mutluluğu içerisinde müzeden çıkıyoruz.

Eski bir saray olan ve şu anda parlamento olarak kullanılan Christianborg Sarayına giriyoruz. Burada Kral Christian’ın heykelinin heybetine hayran kalmamak mümkün değil.

Dünyada eşi benzeri olmayan bir yere doğru gidiyoruz. Orijinal adı “Christiania” olan bu yer hippi mahallesi. Fotoğraf çekmek veya kamera kaydı yasak. Öğrenciler, sanatçılar, iş adamları, hippiler, çocukların geleneksel aile olarak yan yana yaşamalarına tanıklık ediyoruz. İçerisinin pisliği ve koku bizi rahatsız etse de dolaşmaya devam ediyoruz. Burası sanki ayrı bir devlet. Nüfusu 1000. Kırmızı üzerine üç sarı halkalı bayrakları var. Mahalle 1970 yılında kapatılan NATO üssüne yerleşen anarşist ruhlu gençlerin buraya yerleşmesi ile kuruluyor. Girişte eskiden deniz ürünleri deposu olan bir yapı görüyoruz. Burasının şu an sergilerin düzenlendiği, dans ve müzik gösterilerinin yapıldığı bir yer olduğunu öğreniyoruz.

Sırada şehre uzak olan Louisana Modern Sanatlar Müzesi ziyareti var. Bu müze 2010 yılında Yazar Patricia Schultz tarafından yazılan “Ölmeden Önce Dünya Üzerinde Ziyaret Edilmesi Gereken 1000 Yer Listesi” nde bulunan bir müze. Doya doya geziyoruz.

Artık limanda bulunan Kraliyet Kütüphanesine gitme vakti geldi diye düşünüyorum. Burası “Siyah Elmas” olarak adlandırılan denizin kıyısında muhteşem bir bina. Kütüphanenin bahçesinde deniz üzerine kurulan kafetaryada oturarak kahvemizi içip etrafı gözlemliyoruz.

Carlsberg Birasını bilmeyeniniz var mı? Gamle Carlsberg’e gidip bu biraların yapım yerini görmek, bira tarihi ve Carlsberg bira serüvenini izlemek üzere içeri giriyoruz. Keyif alıyoruz ama sanırım çok fazla değil.

Otele dönmek üzere otobüse biniyoruz. Bu gece günü batıralım ve öyle yatalım diyoruz ama mümkün olmuyor.

Sabah erkenden alana giderek Münih aktarmalı uçağımıza biniyorum. Yaşasın yine yuvamızdayız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder