“Sende Stockholm Sendromu var” diye bir
cümle duymayanınız yoktur sanırım. Sizde ya da bende var mı bilmiyorum? Peki
nedir bu Stockholm Sendromu? “ Rehinenin kendisini rehin alan kişiye duygusal
anlamda bağlanması olarak özetlenebilecek psikolojik durumu anlatan terim”
Psikiyatr Nils Bejerot tarafından adlandırılan sendrom, ismini ise 1973 yılında
İsveç'in başkenti Stockholm'de yaşanan bir olaydan almaktadır. Banka soyguncusu
tarafından altı gün boyunca rehin tutulan bir kadın, soyguncuya duygusal olarak
bağlanır. Serbest kaldığında soyguncuyu savunmakla kalmaz, nişanlısını terk
ederek kendisini rehin alan banka soyguncusunun hapisten çıkmasını
bekler.Stokholm sendromu bir çok rehine olayında da yaşanmıştır.İşte
sendromlara isim olmuş kentte sevdiğim kente veda vakti geldi. Uçaktayız.
Kopenhag’a doğru uçuyoruz. Yorulduğumuzu hissediyorum.Nereden çıktı bu sendrom
da şimdi demeyin okuyorum ve paylaşıyorum.Stockholm’den Kopenhag’a uçarken
buldum notlarım arasında.
“Kasptrup” Havaalanında iniyoruz.
Havaalanı şehre çok yakın. Otobüse binerek otelimizin tam önünde iniyoruz.
Otelimiz First Hotel Copenhagen. Tam deniz kıyısında. Manzaramız harika. Otele
yerleştikten sonra hemen deniz kenarına iniyoruz. Şehir merkezine gidip şehri
keşfetme şansımız yok. Saatiniz olmasa zamanın öğlen olduğunu düşünebilirsiniz
ama gece yarısına çoktan geldik. Karanlığı yine göremeden uyuyoruz.
Sabah erkenden kalkarak kahvaltı salonuna
iniyoruz. Kahvaltı salonu yine genç Danimarkalı anneler ve küçük çocuklarıyla
dolu. Otelimiz önünden otobüse binerek merkeze doğru gidiyoruz. Zürih, Viyana,
Vancouver ve Sidney’den sonra yaşam standartı ve yaşanılası kent sıralamasında
5. sırada yer alan Kopenhag sokaklarını keşfimiz başlıyor.
Osterport Tren Garında otobüsten iniyoruz.
Hava yağmurlu en iyisi Hopp On Hopp Off’la şehir turu. Karşıya geçerek
yürüyoruz. Kısa bir süre sonra şehir turu otobüsünü görüyoruz. Bilet alarak
otobüse yerleşiyoruz.
İlk olarak Little Mermaid’e(Küçük Deniz
Kızı Heykeli) gidiyoruz.Heykelin yakınında duruyor otobüsümüz. Heykelin önünde
fotoğraf çektirebilmek için kuyruk oluşmuş. Çocukluğumuzda okuduğumuz veya
duyduğumuz “Küçük Deniz Kızı” masalını hatırlarsınız. Denizlerin dibinde
babasına ait krallıkta yaşayan ve 15 yaşına geldiğinde denizler üzerindeki
yaşamı görmeyi hayal eden Deniz Kızı su üzerine çıktığında bir prense aşık
olur. Sevgilisi prensle birlikte olmak için sesinden vazgeçip ayaklarına
kavuşur. Ama bu kez sesini duyuramadığından sevdiğine bir türlü kavuşamaz. Sonunda
da bir köpüğe dönüşür. İşte heykel ünlü Danimarkalı yazar Hans Christian
Andersen’in “Küçük Deniz Kızı” isimli romanının kahramanı olup 1909 yılında,
Carlsberg bira tarafından yaptırılıyor. Bronz olan heykel yapılırken sanatçı
tarafından, heykelin vücuduna ve başına model olarak eşinin kullanıldığını ve
heykelin boyunun 1.25
metre olduğunu hatırlıyorum.
Otobüse binerek keşfe devam ediyoruz.
Amalienborg Slotsplads Meydanına geliyoruz. Meydanda bir heykel ve önünde yine
fotoğraf için bekleyen turistleri görüyoruz. Meydanda döşeli parke taşlarının
görünümü hoşumuza gidiyor. Oturarak Meydanı ve etrafındaki binaları
seyrediyoruz.Meydan denize çok yakın. Deniz kıyısına doğru yürüyoruz.
Girişindeki “The Amalie Garden on the Waterfront” yazısından ismini öğrendiğimiz
parkı görerek içeri giriyoruz. Parkın ortasında yer alan havuzun kenarında yine
fotoğraf çektirenleri fark ediyorum. Parkta dolaşırken de otobüsle bundan sonra
gitmeyi planladığımız Opera Binası tüm heybetiyle karşımıza çıkıyor.
Dünyadaki Opera Binaları arasında imalat
maliyeti en pahalı opera binası önündeyiz. Fotoğraf çektirerek Meydana
dönüyoruz. Sarayın bahçesinde acaba Saray Muhafızlarının nöbet değişimini
yakalayabilir miyiz diye düşünüyoruz. Başlarında kürklü ve uzun başlıklı
şapkaları ve değişik kıyafetleriyle Saray Muhafızlarını görüyoruz. Ancak nöbet
değişiminin öğlen olduğunu öğreniyoruz.
O sırada otobüsümüz geliyor. Binerek tura
devam ediyoruz.
Ameliengade bölgesindeyiz ve otobüsten
inerek Ameliengade Sarayına giriyoruz. Sarayda halen Kraliçe Margrethe’in
ailesiyle yaşadığını öğreniyorum. Rokoko tarzındaki sarayı dolaşarak çıkıyoruz.
Sarayın arkasında Roma’daki Saint Pierre Kilisesi benzeri bir kilise görüyorum.
Mermer Kilise adındaki bu kilisenin Roma’daki Saint Pierre Kilisesinin örnek
alınarak yapıldığını okuyorum.
Yürümeye devam ediyoruz. Şehrin olmazsa
olmazı ve can damarı Nyhavn Limanındayız. Burası esasında bir kanal. 1671-1673
yılları arasında Danimarkalı askerle tarafından 300 metre kazılarak
yapılmış bu kanal senelerce şehrin ve şehir ticaretinin can damarı olmuş.
Renkli, hareketli sokağında yürüyoruz. Cafe ve restoranlar dolu. Yollarda müzik
yapan gruplar var. Kanal kenarında ellerinde biralar, pizza veya sandviçlerini
yiyen insanları görüyoruz. Önce tekneye binerek şehri denizden izliyoruz. Bunun
keyfinin de harika olduğunu görüyoruz. Tekne inişinde restoranlardan birisine
girerek yemeğimizi sipariş ediyoruz. Seni çok sevdik Kopenhag.
Yemek sonrası Rosenborg Kalesine gitmek
üzere otobüsümüze biniyoruz. Burası esasında bir park. Rosenborg Kalesi,
Rosenborg Kışlası, Kraliyet Muhafızları ve Heykellerin olduğu bir park. Güzel
ülkemin şehir planlayıcılarının ve belediyelerde Park ve Bahçeler
yetkililerinin mutlaka görmeleri gereken bir park.
İlk olarak 1605 yılında yazlık saray
olarak yapılman ve 1710 yılına kadar Danimarka Kraliyet Yazlık Sarayı olarak
kullanılan ve şu an kraliyet mücevherlerinin sergilendiği Rosenborg Kalesini
geziyoruz. Sarayın arka bahçesinde Danimarka Saray Muhafızlarının eğitim
kışlasının olduğunu fark ediyoruz. Eğitimde olmaları nedeniyle de ilgiyle
askerlerin eğitimini izliyoruz.
Parkta İtalyan Heykeltraş Giovanni Barata
tarafından yapılan “Hercules Pavilion” heykeli bulunduğunu bildiğimden heykeli
arıyoruz. 3 heykelden oluşan şaheserleri görerek parkta dolaşmaya devam
ediyoruz. Parkta yeşillikler üzerinde dinlenen Danimarka’lılar görüyoruz. Parka
hayran kalarak çıkıyoruz.
Otobüse binerek şehir turuna devam
ediyoruz. The Round Tower isimli “Gökyüzü Gözlemevi”ni, neo-klasik tarzdaki
ulusal katedrali görüyoruz(Meraklısına Not: Vor Frue Kirke ülkenin ulusal
katedrali olup Katedral’de ünlü Heykeltıraş Bertel Thorvaldsen tarafından
yapılan “Mesih ve Havari Heykelleri” bulunmaktadır).
Radhusets’a geliyoruz. Meydanda çok sayıda
bisiklet görüyorum. En az 400-500 bisiklet olduğunu düşünüyorum.
Yürüyerek Belediye Sarayı Meydanına
geliyoruz(Radhuspladsen). Belediye Binasının Kulesi dikkatimizi çekiyor. Kulede
hava durumuyla ilgili olarak heykellerin sürekli değiştiğini öğreniyorum. Hava
tahmininin güzel olacağı tahmin edildiğinde bisiklete binmiş bir kız dönerken
görülürken,havanın yağmurlu olacağı tahmin edildiğinde şemsiye ile köpeğini
gezdiren bir kız heykeli dönerken görülüyor. Meydanda çocukluğumun
kahramanlarının yazarının, “Hans Christian Andersen” in heykelinin önündeyim.
Çocukluğumun yazarısın Andersen. Senin o kadar çok masalını okudum ki
anlatamam. İşte hatırladıklarımdan sizlerle paylaşmak istediklerim. Eminim
okuduğunuzda sizi çocukluğunuzu yaşadığınız yıllara döndüreceğim.
(1. PRENSES VE BEZELYE TANESİ: Günlerden
çok fırtınalı ve sağanaklı bir gündür. Tepenin yüceliklerindeki büyük şatoda
bir kral, kraliçe ve yakışıklı oğulları prens oturmaktadır. Prens çok uzun
yıllar boyunca kendi gibi iyi ahlaklı ve güzel bir prenses arar. Ancak bu kadar
aramaya rağmen bulamamıştır ve bunun üzüntüsüyle şatoya geri dönmüştür. Durumu
krala anlatacağı zaman kapı vurulur. Kapıyı açan kral karşısında sırılsıklam
olmuş güzel mi güzel bir kız görür, hemen içeriye alır, kraliçe kızın bir
prenses olamayacağını ve kızın asil olmadığını düşünerek prensin kızla
evlenmesine karşı çıkar. Daha sonra kız için hazırlanan yatağın altına bir
bezelye tanesi koyarak üstüne yumuşak yataklar koyarak kızı istirahat
ettirirler. Sabahleyin kıza rahat edip etmediğini soran kraliçe, sabaha kadar
uyumadığını ve yatakta bir şeyin beni rahatsız ettiğini söyler. Kraliçe
gülümseyerek “ancak bir prenses bu kadar nazlı olabilir.” Diyerek prensin bu
kızla evlenmesine izin verir.
2. KİBRİTÇİ KIZ:
Soğuk bir Noel arifesinde, kentin
caddelerinde herkes eğlenirken küçük kız onları seyredip kendi kendine
eğleniyordur. Küçük kız kibritçi dir. Kutu ile kibrit satar. O soğuk havada
insanlar eğlenirken küçük kız hayatın acımasızlığını, yoksulluğu tatmıştır.
Ailesine yardım etmek için her geçene kibrit satmak ister, fakat o gece hiç
satamamıştır. Havanın çok soğuk olması ve kızın yorgun oluşu yinede onu
yıldıramamıştır. Birazcık olsun ısınmak için iki ev arasında bir aralığa girer
ve hayallere dalar. Çocukluğunu mutlu bir şekilde yaşamak, iyi bir evde
oturmak, yoksulluk çekmemek gibi; derken biraz ısınmak için bir kibrit yakar.
Nasıl olsa üvey annem ve babam anlamaz diyerek sıcacık bir ev hayal ederken
kibriti yakarak bitirir. Bu durumu fark edince ne yapacağını şaşırmış, korkmuş
ve ölmüş büyük annesinden yardım dilenmeye, seslenmeye başlar. Durmaksızın
yağan kar, küçük kibritçi kızın üstünü örter. Küçük kız, kaskatı ve donmuş
kalakalır oracıkta. Büyük annesi elini uzatır ve küçük kibritçi kızı yanına
alır.
3. DÜNYANIN EN GÜZEL GÜLÜ :
Bir zamanlar yaşlı bir kraliçe varmış.
Kraliçe güçlü, dediği dedik bir insanmış. Kimse bir dediğini iki etmezmiş.
Kraliçe, bütün mevsimlerde bütün dünya ülkelerinde yetişen güllerden güzel
güller yetiştirirmiş. Ama sarayda, acı ve keder kol geziyormuş. Çünkü kraliçe
çok ağır hastaymış, doktorlarda yakında öleceğini söylüyorlarmış. “Tek bir umut
var kraliçenin kurtulması için” demiş bir bilgin. “Eğer dünyanın en güzel, en
soylu gülünü bulup getirirseniz kraliçe uzun yıllar yaşar.” Yaşlı, genç
kraliçenin iyileşmesi için dünyanın dört bir yanında en güzel gülü aramaya
koyulmuş ama hiç biri işe yaramamış. Sonunda kraliçenin küçük oğlu annesine
seslenerek beni dinle demiş ve başlamış okumaya. Kitapta, cennetin görünmeyen
bir köşesinde açan yapayalnız bir gülden söz ediliyormuş. Bu gül kendisini ta
derinden görmek isteyene görünürmüş. Beyaz bir gülmüş ama güneşin batışında
pembeleşen, o kızıllık yansıdığı vakit büyüleyici bir renge bürünen bu gül
gerçek sevginin ve güzelliğin simgesi imiş. Birden tatlı bir pembelik yayıldı.
Kraliçenin yanaklarına, gözleri büyüdü, bir güneş gibi parladı ve kitabın
yaprakları arasında pembe bir gül, dünyanın en güzel gülü beliriverdi. “Onu
görüyorum !” diye bağırdı kraliçe. Bu gülü kim görürse bir daha hiç mutsuz
olmaz ve ölümsüzleşirmiş...
4. ÜÇ ZIPZIPIN ÖYKÜSÜ :
Çekirge, pire ve uçan kaz bir gün saraya
davet edilmişler. Kral üçünün arasında bir yarış düzenleyecek ve en yükseğe
sıçrayana büyük bir ödül verecekmiş. Sonunda ödülü açıklamış. Yarışı kazanana
kızımı vereceğim demiş. Yarışmaya önce pire, çekirge sonrada uçan kaz tek tek
zıplayarak yarışmışlar. Bunların her biri kendini diğerlerinden üstün
görüyormuş. İlk yarışan pire çok yüksek zıplayınca görünmemiş ve onu almamış
olarak kabul etmişler. Çekirgede pirenin yarısı kadar zıplamış ancak kralın
üstüne konduğu için kral ona çok kızmış. Sıra uçan kaza gelmiş, kaz nazikçe
prensesin yanına kadar sıçramış kral bu nazikçe sıçrayışı görünce kararını
açıklamış. “En yükseğe sıçrayan kızıma doğru sıçrayandır.” Demiştir ve prensesi
uçan kaza vermeğe karar vermiş. Olayı duyan pire ile çekirge yaptıkları hatayı
anlayıp çok üzülmüşler.
5. KÜÇÜK DENİZ KIZI :
Zamanın birinde okyanusların dibinde bir
şato varmış. Burada kral büyük anne ve altı kız beraber yaşarmış. Bu kızlardan
en küçüğü hepsinden güzelmiş. Büyük anneleri arada sırada masallar anlatır
yeryüzünde ve insanlardan bahsedermiş. Kızlara yeryüzünü göstereceğine dair söz
vermiş. Kızlar on beş yaşına geldiklerinde yeryüzünü görüp geri gelmişler.
Kızların beşi geri dönmeyi ve eski yerinde yaşamayı kabullenirken en küçük kız
ise dünyalı bir prense aşık olmuş ve bir an önce onun yanına gitmek istiyormuş.
Büyük anneleri haberi duyunca deniz büyücüsüne gidip çözüm aramış. Deniz
büyücüsü deniz kızına bacak verecek ama karşılığında kız sesini kaybedecekti.
Deniz kızı zor da olsa prensi için bu şartı kabul etmiş ve hemen prensin yanına
varmıştı. Prens bunun konuşamıyor olduğunu fark edince kardeşi gibi davranmaya
başlamış. Deniz kızı bu duruma çok üzülmüş. Kısa bir süre sonra prens başka
biriyle evlenmeye karar vermiş. Durumdan haberdar olan büyük anne büyücüye
gidip yardım istemiş. Büyücü özel bir hançer yaparak, demiş “Eğer hançeri
prensin kalbine saplarsa kurtulur, yapamazsa ölür.” Hançeri alan deniz kızı
prensin uyuduğu bir akşam kalbine saplamak istemiş. Ancak o sırada uyanan prens
tebessüm ederek bana bir şey mi söyleyecektin demiş. Deniz kızı bunu
yapamayacağını anlayınca daha fazla dayanamayarak oradan ayrılır. Kısa bir
zaman gezindikten sonra vücudunun değiştiğini görür. Fazla zaman geçmeden deniz
kızı hayata veda eder.
6. KARA BUĞDAY :
Fırtınadan sonra bir kara buğday
tarlasından geçenler bilir. Kara buğday tarlası sanki kavrulmuş gibidir. Yaşlı
söğüdün tam önünde bir kara buğday tarlası varmış. Kara buğday Pek kibirli
imiş. Başı yükseklerden hiç inmezmiş. “Bende buğday başakları kadar güzelim
üstelik çok daha da güzelim. Benim çiçeklerim, elma çiçeklerine benzer, herkes
hayranlıkla seyreder. Benden güzeli var mı ? söyle söğüt ağacı” demiş. Söğüt,
ağır ağır başını sallar. “var... var...” dermiş. Aradan zaman geçmiş, hava
bozmuş, fırtınalar yağmurlar başlamış. Fırtınayı gören bütün çiçekler ,
bitkiler boyun bükerken kara buğday pek kibirli ya, asla boynunu eğmezmiş. Onu
diğer bitkiler uyarmış fakat kara buğday duymamazlıktan gelmiş. Fırtına geçip,
rüzgarlar dinince, doğa adeta bir sessizliğe bürünmüş. Her taraf sakinleşmiş,
güzelleşmiş. Ama kara buğday yangından çıkmış gibi kavrulmuş kararmış, simsiyah
olmuş işe yaramaz, cansız bir ot oluvermiş olayı gören ve duyan diğer çiçek ve
otlar olaya çok üzülmüşler.
7. KUMBARA :
Çocukların odasında, gar dolabın üstünde
oldukça yüksek bir köşede domuz biçiminde içi ağzına kadar para dolu bir
kumbara varmış. Gar dolabın tepesinde yer aldığı için odada olup biteni
seyredebiliyor, karnındakilerle her şeyi satın alabileceğini düşünüyordu. Buda
onu çok mutlu ediyordu. Odadaki tüm oyuncaklar beraberce oynarlardı fakat
kumbarayı oyuna çağırmak için davetiye göndermek gerekiyordu. Çünkü aşağıdaki
konuşmaların duyamayacak kadar yüksekte idi. Aşağıdaki oyunları, eğlenceleri
yalnızca seyretmekle yetinirdi. Kumbara bu duruma çok üzülmüş çok kızmış ve
hayallere dalmıştı. Bir süre sonra bom.... domuz kumbara paramparça yerde
yatıyordu. Tabi içinde fırlayıp dört bir yana saçılan paralarda oradan oraya
yuvarlanıyor, dans edip duruyordu. Paralar dünyaya yeniden gelmişçesine bir
anlık dahi olsa özgürlüğün tadını çıkararak dans ederken domuz kumbaranın
parçaları da bir kutuya konuyordu. Her şeyin bir başı bir sonu vardır derler.
Umarız yeni kumbaranın başına aynı şeyler gelmez.
8. SU DAMLASI :
Büyütecin ne olduğunu, her şeyi yüz kat
büyülten bir çeşit gözlük camı olduğunu herkes bilir. Bir damla suya büyüteçle
bakıldığında binlerce küçük yaratık görünür. Oysa çıplak gözle bakarsak onların
hiç birini göremeyiz. Ama onlar her zaman o suyun içindedir. Bir zamanlar “dev
amca” adında bir adam yaşarmış, güzel, ilginç olan her şeye sahip olmak
istermiş eğer elde edemezse ya büyücüye başvurur yad kendi kendine binbir çeşit
yol icat edermiş. Bir gün aline büyüteci alıp bir damla suyu incelemiş suyun
içinde o gözle görünmez yaratıklar hiç durmadan hareket ediyorlar, sıçrayıp,
hopluyorlarmış. Çok ilginç bulmuş fakat daha net görmek için renklendirmeyi
düşünmüş ve kırmızı bir renk damlatmış içine. Bu bir büyücünün kanıymış. Birden
sudaki yaratıklar pespembe oluvermiş. Bu yaratıkları bir kente yaşayan
canlılara benzetmiş. Hiç durmadan itişiyorlar, dövüşüyorlar, birbirlerini
çekiştiriyor ve acımasızca ısırıyorlar. Aşağıdakiler yukarı çıkmak istiyor hem
de devamlı onları sindirmeye çalışıyorlar. “Aslında bu yalnızca bir su damlası”
demiş. Gülümseyerek “Ama yinede gerçek yaşamdan bir örnek. Oysa tüm canlılar
birbirlerine sevgi ile baksalar her şey daha güzel olmaz mıydı ? diyerek
bitirir.)
Nereden nereye…Kopenhag’la başladık
Andersen’den Masallara geldik.
Meydandan ayrılıyoruz. Stroget Caddesine
geliyoruz. Bu caddenin özelliğinin Avrupa’nın en uzun yaya alışveriş caddesi
olduğunu öğreniyoruz. Beş caddeden (Frederiksberkgade, Nygade, Vimmelskaffet,
Amagertorv ve Ostergade) oluşan Stroget Kopenhag’ın en meşhur caddesi. Caddede
bulunan Danimarka Ulusal Müzesine giriyoruz. Anadolu’dan kaçırılan “Seikilos
Kitabesi” ni görüyoruz ( Meraklısına Not: Seikilos Kitabesi: Nota dahil komple
bir müzik kompozisyonunun dünya üzerinde bulunan ve bilinen en eski örneği olup
mezar taşının üzerine işlenen, şarkı sözleri ve melodiden oluşmaktadır. Efes
bölgesinde bulunmuştur. MÖ.200- MS.100 yılları arasındaki döneme aittir).
Üzülüyoruz.
Müzeden çıkarak yürümeye devam ediyoruz.
Avrupa’da Paris Disneyland’tan sonra en çok gezilen Tivoli Park karşımıza
çıkıyor. Akşam üzeri olması ve girişin 18 Euro olması nedeniyle içeriye
girmiyoruz.
Glytotek Müzesine gidiyoruz. Burada ünlü
heykeltraş Thorvaldsen'in heykelleri bulunuyor.Müzede Gauguin’in 35
tablosunu,Rodin’in 30 heykelini görmenin mutluluğu içerisinde müzeden
çıkıyoruz.
Eski bir saray olan ve şu anda parlamento
olarak kullanılan Christianborg Sarayına giriyoruz. Burada Kral Christian’ın
heykelinin heybetine hayran kalmamak mümkün değil.
Dünyada eşi benzeri olmayan bir yere doğru
gidiyoruz. Orijinal adı “Christiania” olan bu yer hippi mahallesi. Fotoğraf
çekmek veya kamera kaydı yasak. Öğrenciler, sanatçılar, iş adamları, hippiler,
çocukların geleneksel aile olarak yan yana yaşamalarına tanıklık ediyoruz.
İçerisinin pisliği ve koku bizi rahatsız etse de dolaşmaya devam ediyoruz.
Burası sanki ayrı bir devlet. Nüfusu 1000. Kırmızı üzerine üç sarı halkalı
bayrakları var. Mahalle 1970 yılında kapatılan NATO üssüne yerleşen anarşist
ruhlu gençlerin buraya yerleşmesi ile kuruluyor. Girişte eskiden deniz ürünleri
deposu olan bir yapı görüyoruz. Burasının şu an sergilerin düzenlendiği, dans
ve müzik gösterilerinin yapıldığı bir yer olduğunu öğreniyoruz.
Sırada şehre uzak olan Louisana Modern
Sanatlar Müzesi ziyareti var. Bu müze 2010 yılında Yazar Patricia Schultz
tarafından yazılan “Ölmeden Önce Dünya Üzerinde Ziyaret Edilmesi Gereken 1000
Yer Listesi” nde bulunan bir müze. Doya doya geziyoruz.
Artık limanda bulunan Kraliyet
Kütüphanesine gitme vakti geldi diye düşünüyorum. Burası “Siyah Elmas” olarak
adlandırılan denizin kıyısında muhteşem bir bina. Kütüphanenin bahçesinde deniz
üzerine kurulan kafetaryada oturarak kahvemizi içip etrafı gözlemliyoruz.
Carlsberg Birasını bilmeyeniniz var mı?
Gamle Carlsberg’e gidip bu biraların yapım yerini görmek, bira tarihi ve
Carlsberg bira serüvenini izlemek üzere içeri giriyoruz. Keyif alıyoruz ama
sanırım çok fazla değil.
Otele dönmek üzere otobüse biniyoruz. Bu
gece günü batıralım ve öyle yatalım diyoruz ama mümkün olmuyor.
Sabah erkenden alana giderek Münih
aktarmalı uçağımıza biniyorum. Yaşasın yine yuvamızdayız.