15 Haziran 2012 Cuma

BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNİN BAŞKENTİ HELSİNKİ…

Helsinki için limana ulaştığımızda verilmiş sadakamız varmış dediğimiz bir olay yaşıyoruz. Sevgili Şükran Taşdemiroğlu Teyzemiz yürüyen merdivenlerden çıkarken dengesini kaybederek düşüyor. Büyük bir felaketi olayı fark edenler önlüyorlar. Moralimiz bozuluyor. Önce Rundale Sarayından Riga’ya giderken otobüsün ön camına gelen o büyük taş. Şimdi ise Şükran Teyzemizin yaşadığı bu olay. Hepimiz iki kazayı da hasarsız atlattığımız için şükrediyoruz.

Limanda her tarafta alkol sınırını geçen Finliler karşımıza çıkıyor. Finlandiya’da içki çok pahalı olduğu için Fin’lilerin içki içmek için Talin’e geldiklerini öğreniyorum. Bilet gişelerinden geçtikten sonra uzunca bir yolumuz var feribota ulaşmak için. Tünel şeklindeki bu yol havaalanlarında uçuş kartınızı uçağa binmek için verdikten sonra yürüdüğünüz körüğe benziyor. Tek farkı biniş kartını verdikten sonra yaklaşık 1000 metre kadar yürüyor olmanız. Elde valizlerin bulunması ve yürüdüğümüz alanın yokuş yukarı olması nedeniyle yoruluyoruz.

Feribot dediğime bakmayın. Sadece Cruise gemilerinin büyüklerini gözünüzün önüne getirin ve feribotumuzun büyüklüğünü düşünün. Feribotlarda buz kırıcılar olduğunu öğreniyorum. Yolculuğumuz bir saat onbeş dakika sürüyor. 17.30’da Helsinki’ye varıyoruz. Saat 17.30 ama öğle vaktinde gibi hissediyorum. Otele transfer oluyoruz. Odalarımıza yerleşince de Helsinki keşfi başlıyor.

Helsinki Katherali, Eski Kilise, Sybelious Anıtı, Cumhurbaşkanlığı Sarayını görüyoruz.

Senato Meydanında Rus Çarı II. Aleksandır'ın heykeli dikkatimizi çekiyor. Yerel rehberimizden Çar’ın adını taşıyan bir bulvar olduğunu da öğreniyoruz.

Helsinki’nin resmi olmayan sembolü olan Lutheryan Katedralinin sadeliği dikkatimizi çekiyor.

Helsinki’de nereye yürürseniz yürüyün mutlaka denizi görüyorsunuz. Bunun nedeni Helsinki’nin yarımada olmasından kaynaklanıyor. Yürüyerek Belediye Binası ve Cumhurbaşkanlığı Sarayının yer aldığı Market Meydanına ulaşıyoruz.Burada Açık Pazar dikkatimizi çekiyor.

Helsinki’nin batıya, çeşitli butiklere sahip Pohjoisesplanadi ve Eteläesplanadi Bulvarlarına ikisi birlikte Esplanadi denildiğini öğreniyoruz. Kuzeyde Mannerheimintie boyunca, Yüzüklerin Efendisi'nden çıkmış gibi görünen şaşırtıcı Art Nouveau Tren Garının çevresindeki ana kültürel merkez hepimizde hayranlık uyandırıyor.Tren Garının etrafında bulunan bir parkta dinlediğim saksafon ve iki kişinin verdiği caz konseri hepimizin anılarında kalacak ufak bir konser oluyor.

Bir ara Fin’lilerin şanssız insan olduklarını, yaklaşık olarak kışın sadece 2 ay güneşi görebildikleri gibi, yazın da yaklaşık 2 ay boyunca geceyi göremedikleri aklıma geliyor.

Helsinki’de dolaşırken birden 1980 li yıllarda severek izlediği bir çizgi film olan Vikingler’deki Viki’yi hatırlıyorum(Merakılısına Not: Vikingler, TRT'de yayınlanan Viki isimli Viking çocuğunun ve onun kabilesinin başından geçenlerin anlatıldığı bir çizgi filmdir. Viki’nin özelliği sorunlarla karşılaşıldığında burnunu kaşıyarak düşünmesi ve pratik çözümler üretmesiydi.Bir çözüm bulduğu anda da kafasının hemen üstünde yanan bir ampul beliriverir o da parmağını şıklatır ve sevinçle "BULDUM","BULDUM" diye haykırırdı. Çizgi film biterken “ha ha ha.. haftaya, buluşalım haftaya. Vikingler geliyor,devamı haftaya..." şarkısı tüm çocukların dilindeydi ).

Gece hava bir türlü kararmak bilmiyor. Geç saatlere kadar kentin tarihi merkezini dolaşıyoruz. Otele dönüşte uyumam mümkün değil. Açıyorum ve elimdeki notları okuyorum.Okuduklarımdan;

Finlandiya’nın kadına seçilme hakkını veren ilk ülke olduğunu ve kadına seçilme hakkının ilk defa 1907 yılında verildiğini,

Bin göller ülkesi olarak adlandırılan Finlandiya'da 55.000 civarında göl bulunduğunu,

Finlandiya’nın yüzyıllar boyunca Rusya ve çevre ülkelerin etkisi altında kaldığını, 18. yüzyılda Rus birliklerince işgal edilen ülkenin Rus egemenliği altında özerk bir Prensliğe dönüştürüldüğünü, 1917 Devriminde S.S.C.B’nden ayrılmayı başardığını, daha sonra çıkan iç savaşta S.S.C.B yanlılarının yenildiğini ve 1919 senesinde yapılan halk oylamasıyla da demokratik Fillandiya’nın temellerinin atıldığı,

1988 yılından bu yana, ülkede Cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiğini,

Ülkede yaşam düzeyinin çok yüksek olduğunu, Fin Hükümetleri tarafından yoksullara ve işsizlere yardım sağlandığını,

Sosyal devlet sistemini iyi uygulayan ülkeler sıralamasında çok ileri seviyede bulunduğunu,

Finlandiya’nın dörtte üçünün ormanlık olması nedeniyle tarıma elverişli toprakların az olduğunu, ülkede Ekim ayında yağmaya başlayan karın Mayıs ayına kadar devam ettiğini, bu nedenle de Fin’lilerin ülkenin güneyinde yaşamayı tercih ettiklerini,

Laponya'da kışın 51 gün boyunca güneşin doğmadığını, yazın ise 51 gün güneşin batmadığını,

Ülkenin güneyinde kış ortalarında gündüz süresinin 5-6 saat, yaz ortalarında ise 20 saat olduğunu,

Ülkenin en büyük zenginlik kaynağının ormanlar olup yaz mevsiminin kısa oluşu nedeniyle tarımın olumsuz yönde etkilendiğini,

Ülkedeki enerjinin hidroelektrik ve nükleer santrallerden sağlandığını, ülke ekonomisinde hava ve deniz taşımacılığının önemli bir yer tuttuğunu,

Finlandiya insanı için saunanın çok önemli olduğunu, her evde mutlaka 1 tane sauna bulunduğunu,

Finlandiya’nın dünyanın intihar oranı en yüksek ülkesi olduğunu,

Finlandiya’nın 2. Dünya Savaşı'nda 60 milyonluk Rus Ordusu'nu 1 milyon nüfusuyla yendiğini,

Fin’lilerin en az 2 yabancı dili çok iyi derecede konuşabildiklerini,

1475te yapılan Olivinlinna Kalesinin şu anda uluslararası opera festivallerine ev sahipliği yaptığını,

İlk üniversitenin 1640 senesinde Turku’da kurulduğunu, üniversitenin 1828yılında şimdi Helsinki'ye taşındığını,

20 Mayıs 24 Temmuz arasında güneşin hiç batmayarak tepede durmasına “Ruska”,

24 Kasım'dan 20 Ocak'a kadar olan sürede ise güneşin hep ufkun altında kalmasına “Kaamosé” denildiğini,

Dünyanın en büyük kağıt yapım alanının Finlandiya olduğunu,

Ülkenin 5 ayrı bölgeye bölündüğünü, kuzey bölüm olan Lappi'de Ren Geyiği, Vaşak ve Baykuş bulunduğunu,

Nokia şirketinin anavatanı olduğunu,

Bütün gençlerin alkolik olarak yetiştiğini,

Suç oranı sıfır olan ülkede depresyona girenlerin intihar ettiğini(Meraklısına Not:Ülkemizde depresyona girenler ise ailesini veya başkalarını öldürmektedirler),

Öğreniyorum.

Halen uyuyamayınca da lobiye inip gece hiç uyumamak için açık olan kafeye oturup Finlandiya kahvesi istiyorum. Lezzetine bayılıyorum.

Okumaya devam ediyorum.Bu kez farklı bir kitap var elimde. Kitap her şeyiyle Helsinki ile ilgili. Okuduklarından;

Helsinki’nin İsveç Kralı I. Gustaf Vasa tarafından Finlandiya körfezinin karşı kıyısındaki o zaman ki adı Reval olan Tallinn'e rakip olarak kurulduğunu ve 1809 yılında Rus egemenliğine girildikten sonra şehrin çok geliştiğini,

Rus Çarı I. Aleksandr’ın 1812 yılında Grandüklüğün başkentini Turku'dan Helsinki'ye taşıdığını ve güvenlik amacıyla da limanın açığındaki adalara kale kurduğunu,

Helsinki’nin Alman asıllı mimar Carl Ludwig Engel tarafından yeniden inşa edildiğini, Helsinki’nin yeniden inşa edilmesinin sebebinin küçük bir St. Petersburg yaratmak olduğunu,

Bu özelliğinden dolayı soğuk savaş döneminde çekilen bazı filmlerde Helsinki’nin Rus şehrinin dublörü gibi kullanıldığını,

Rus Çarı II. Aleksandr'ın Helsinki’ye verdiği önem nedeniyle heykelinin Fin’liler tarafından yıkılmadığını,

Öğreniyorum.

Saat gece yarısını geçmesine rağmen her yer aydınlık. Anlaşılan bu gece bitmeyecek derken gözlerimi açıyorum. Kafenin rahat koltuğunda uykuya daldığımı anlıyorum. Kahvaltımızda somon balığının türlü çeşitleri var. Önce garipsiyorum ama balığa olan düşkünlüğümden dolayı yemeğe başlıyorum.

Erkenden yola düşüyoruz. Bugün Finlandiya Ulusal Müzesi (Suomen Kansallismuseo), Ateneum Sanat Müzesi, Modern Sanat Müzesi (Kiasma), Helsinki Sanat Müzesi (Helsingin Taide Halli) ziyaretlerimiz olacak. Akşamın geç saatlerine kadar müzelerdeyiz. Çıkışta kentin tarihi merkezini bir kez daha dolaşıyoruz.

Dün uyuyamamam nedeniyle uykum geliyor. Erkenden (saat 23.00 da) uyuyorum.

Sabah kahvaltısından sonra otelimize çok yakın olan Türk Mezarlığını ziyaret ediyoruz(Meraklısına Not: Uzun süren istilâ ve sömürülme yıllarından sonra 1917’de bağımsız cumhuriyet hâline gelen Finlandiya’nın bağımsızlığını kazanmasında ülkede yaşayan az sayıdaki Türkün önemli katkıları olmuştur. Fin’liler Türklerle 1800’lü yılların hemen başında tanıştı. Ülke o yıllarda Rusların egemenliği altında idi. İlk Türkler, Finlandiya’ya Tataristan’ın başşehri Kazan’dan ticaret amacı ile gelmişlerdi. Seyyar tüccarlar, bölge halkından ilgi ve yakınlık görünce, yerleşik düzene geçtiler. Helsinki’de hürriyetler, Kazan’a göre daha geniş sınırlara sahipti. İnançlarının gereklerini burada daha rahat yerine getirebiliyorlardı. Akraba ve dostlarını da yanlarına aldılar. Moskova’nın gönderdiği Müslüman memur ve askerler de görev süreleri bitince Finlandiya’da kalmayı tercih ettiler. Finlandiya’da yaşayan Kırım Türkleri’nin ise Rusların sık sık gerçekleştirdikleri sürgünler sebebiyle geldikleri biliniyor. “Sürgün” denilince akla Kırım Türkleri gelir. Onlar, dünyanın her tarafına göç etmek mecburiyetinde kaldılar. Finlandiya’da, İslâm Kültürü ile ilgili olarak topluma yansıyan ilk eylem, bir Müslüman mezarlığının organize edilmesi oldu. Bu hak, onlara Fin yönetiminin bir mükâfatı idi. Çünkü Türkler, vatandaşı oldukları Finlandiya’nın topraklarını korumak için teşkilâtlanıp mücadele ettiler, şehitler verdiler. 1939 yılında başlayıp 5 yıl süren Rus-Fin savaşı sırasında da şehit olan Türkler için hükümet tahsis ettiği mezarlık arazisinde bir de âbide inşa etti. Kazan Türkleri, kendi aralarında topladıkları paralarla, cami yaptılar. Hükûmet, caminin yapımında da katkıda bulundu.

Finlilerle Türkler kader birliği yapmışlardı. Savaş günlerinde acıları, savaştan sonraki ilk yıllarda kıtlık günlerinin sıkıntılarını, barış döneminde ise sevinçleri paylaştılar. Mutluluğu, birlikte ve kardeşçe yaşamakta buldular. Fillandiya’da Türklerin futbol kulüpleri, Kur’an kursları bulunmaktadır. Kırım ve Kazan Türkleri Finlandiya’lılara Müslüman-Türk’ü tanıttılar sevdirdiler).

Bugün Türkiye’ye dönüşümüz var ve en geç saat 12.30 da havaalanında bulunmamız gerekiyor. Bu nedenle de çok hızlı hareket ediyoruz. Bildirilen saatte buluşarak havalimanına gidiyoruz..Check-in, pasaport ve gümrük işlemlerinizin ardından Türk Havayolları’nın TK 1756 sayılı seferi ile saat 15.20’de İstanbul’a hareket ediyoruz. Saat 18.40’da varışın akabinde Türk Havayolları’nın TK 148 sayılı seferi ile de saat 21.00’de Ankara’ya uçup 22.05’de evimize varıyoruz.

14 Haziran 2012 Perşembe

BANA BİR MASAL ANLAT BABA...İÇİNDE TALİN'DEN SAHNELER OLSUN...

"BİZLER HİÇ KİMSENİN HİÇ BİR ZAMAN USTA OLMADIĞI VE OLAMAYACAĞI BİR UĞRAŞIN ÇIRAKLARIYIZ.."

Sloganı esasında biz gezginlere hele Pekmezci Gezi Grubuna ne kadar uygun değil mi? Nereden Başlasak? diye düşünürken birden bu slogan aklıma geldi.

Sağlık,arzu,vakit ve para.Bunlar seyahati tutkuya dönüştüren olmazsa olmaz 4 faktördür. Sağlık elbette en önemlisi bu faktörler arasında...Arzu olmalı...Vakit de elbette. Ama bana kalırsa çok paraya gerek yok... Derler ya "Yola düşen bir şekilde geri döner." diye...Düşünsenize bir kere zaten yaşam bir yolculuk değil mi? Benim mesleğimden olsa gerek seyahat vazgeçilmezim... 21 yaşından bu yana Türkiye'yi köşe bucak gezdim. Görmediğin yer var mı? diye sorarsanız.Yok derim.Çünkü,il- il, ilçe- ilçe hatta bazı yerlerde köy- köy gezdim Türkiye'yi. Bazen kimsenin henüz görmediği güzelliklere de tanıklık etme şansına sahip oldum.Ama hiç bir zaman usta olamadım. Halen bu uğraşın çırağıyım. Yurt içi seyahatlerim ve fırsat buldukça da yaptığım yurt dışı seyahatlerimle oralarda gördüklerimi bir sekilde not aldım... Ben öyle yazılar okudum ki beni anlatılan yerlere götürdü ve o uzak yerler artık bildiğim bir yer olup çıktı. Gezmek de gördüklerini yazmak da bir sanattır. Okuduğum yazıların yazarlarının ustalığıyla oldu bu elbette.Ben ise böyle bir yeteneğim olduğundan değil sadece unutmamak adına not almaktayım...

Diye başlıyorum bugün ki yazıma. Sabah kahvaltısından sonra erkenden Estonya’nın başkenti Talin’e hareket ediyoruz. Yol üzerinde Estonya’nın yazlık kasabası Paernu’da durup küçük bir kasaba turu atıyoruz. Fazla gecikmeden yola çıkıyoruz. Zira önce Talin’e gideceğiz. Oradan da saat 16.00 da feribotla Helsinki’ye geçeceğiz. Beyaz Geceler döneminde olmamızın büyük faydası var. Gün ışığından daha fazla yararlanıyoruz(Meraklısına Not: Beyaz Geceler kuzey kutbuna yakın olan yerlerde kuzey kutbuna olan yakınlık yani coğrafik pozisyondan dolayı her yılın iki ayında Mayıs ayının ortalarından, Temmuz ayının ortalarına kadar süren ve güneşin saat 03'te doğup ve 24.00'te battığı, güneş battıktan sonrada uzun zaman karanlığın olmadığı, sadece gece saat 01.30 ile 02.30 arasında havanın hafif karardığı döneme verilen isimdir).

Talin’e varıyoruz. İlk olarak Toompea Kalesine gidip orada çok akıcı Türkçe konuşan yerel rehberimizle buluşuyoruz. (Yerel rehberimizin ismini hatırlayamıyorum. Bu satırları okuyan ve ismini hatırlayan okuyucularımın yazmasını rica ediyorum). Şehir turumuza başlıyoruz. Dome Kilisesi, Eczanesi ile Kiek in de Kok Meydanı ve Niguliste Kilisesini görüyoruz. Şehrin en yüksek noktasındaki Parlamento Meydanına çıkıyoruz. Buradan Talin’i seyretmek harika bir duygu. Gotik kuleler,kırmızı çatılar, Nevski Ortodoks Kilisesi gökyüzünden başlayarak aşağılara kadar giden Ortaçağ kenti hissi yaratıyor hepimizde.

Belediye Meydanına doğru yürürken tarihin yaprakları arasından geçtiğimi hissediyorum. Fat (Tombul) Margaret ve Tall (Sırık) Hermann Kuleleri, Alexander Nevsky ve St Mary’s Katedralleri, Pikk Jalg (Uzun Bacak) Sokağı, St. Nicholas Kilisesi, 124 metrelik kulesi olan St. Olaf’s Kilisesi ve Belediye Binası eski şehirdeki sürprizler olarak karşımıza çıkıyor.

Arnavut kaldırımlı sokakları, sokaklarda kurulu kafeleri ile hepimiz etkileniyoruz Talin’den. Rehberimiz dünyanın en eski eczanesi ve en yüksek tuvaletinin Talin’de olduğunu bildiriyor.Her yerimiz surlarla çevrili, kendimi konusu Ortaçağ’da çekilecek bir film platosunda hissediyorum. Burası bir film stüdyosu olmalı. Ama filmde olsa bu film bir masalın filmi olmalı diye düşünüyorum.

Hafta sonu olması sebebiyle şehir Fin’lilerle dolu. Helsinki 81 km. mesafede Talin’e. İçkinin Fillandiya’da pahalı olması nedeniyle Fin’lilerin içki içmek ve almak için Talin’e geldiklerini öğreniyorum. Estonya çok küçük bir ülke ama S.S.C.B döneminde Sibernetik Enstitüsünün burada kurulması nedeniyle de teknolojide çok ilerideler(Meraklısına Not:Ücretsiz telefon Skype, müzik yükleme sitesi Kaza Estonya’lıların buluşları).

Viru Caddesindeyiz. Her taraf hediyelik eşya mağazaları ve restoranlarla dolu.Yürüyerek Raekoja ( Belediye Sarayı ) Meydanına çıkıyoruz. Meydanın etrafı eski evlerle çevrelenmiş. Gotik Belediye Sarayı çok etkileyici. Avrupa'nın en eski belediye binası olan Talin Belediye Binasının önündeyiz. 600 yıllık binanın kulesinin içinde 77 metrelik tavanıyla dünyanın en yüksek tuvaleti bulunduğunu görüyoruz. Belediye Meydanındaki dünyanın en eski eczanesinin açık olmasından faydalanarak içerisine girip incelemelerde bulunuyoruz.

Ben kendi kendime Talin’e en az 2 gün ayırmalıyım diye düşünüyorum ve ilk fırsatta gelmeliyim tekrar diyorum.

Vakit gelmiştir. Helsinki için limana transfer oluyoruz. Feribotumuz saat 16.00’da Helsinki’ye doğru hareket ediyor. Yaklaşık 1,5 saat sonra 17.30’da Helsinki’ye varacağız.

Helsinki’de görüşmek üzere…

VİYANA,ST. PETERSBURG VE BARCELONA İLE KARŞILAŞTIRILABİLECEK GÜZELLİKTEKİ RİGA’M…

Bu sabah yine erkenden yollara düşüyoruz. Önce Rundale Kalesini göreceğiz. Sonrasında Riga’da olacağız. Bu yazı Riga ile ilgili ikinci yazım. Eğer ilkini okumak isterseniz http://abidinlutfidemir.blogspot.com/2012/03/baltiklarin-kesfedilmemis-guzel-kizi.html adresini ziyaret etmenizi rica edeceğim.

İlk olarak gideceğimiz Rundale Sarayı Barok ve Rokoko Sanatının hem Letonya hem de Avrupa'da ki en önemli eserlerinden birisi olarak kabul ediliyor(Meraklısına Not: 1-) Barok Sanatı: Barok, Avrupa'da yaygınlaşan sanatta bir anlatım biçimidir. Barok kelimesi, Portekizce düzensiz inci anlamına gelen barroco sözcüğünden türemiştir. Barok sözcüğü, birbirinden ayrı iki şeyi tanımlar; sanat tarihinde, Rönesans ile klasikçilik arasında kalan bir dönemi ve bütün çağlarda verilmiş bazı eserlerin tarzı. Başlangıcı ve bitişi için kesin bir tarih verilememekle birlikte 16. ve 18. yüzyıllar arasında oluşup şeklini almış bir dönemdir. Mimarlık, müzik, resim ve heykelin etkileyici temalar altında birleştirilmesi amacını güder. Abartılı hareket duygusu ve net gözüken detayları ile dönemin müzik ve edebiyatında da kendini gösterir. Yoğun bir etki bırakan bu anlatım biçimi kendi alanında fazla eser verildiğinden bir dönem adı olarak anılmaya başlanmıştır. 1600'lerde Roma'da kilise etkisinde doğmuşsa da tüm Avrupa'ya yayılmıştır. Mimaride Mimar Louis Le Vau ve bahçeci André Le Nôtre tarafından yapılan Versailles Sarayı, Barok mimarisinin en tipik örneklerindendir. Bunun yanında resimde Caravaggio, Rembrandt, Rubens, Vermeer; heykelde Gianlorenzo Bernini; müzikte Johann Sebastian Bach, Antonio Vivaldi, Domenico Scarlatti, Georg Friedrich Handel, Georg Philipp Telemann Barok tarzında eser vermiş kişilere örnek olarak verilebilir. Ayrıca günümüzde de halen Barok tarzda eserler veren müzisenler vardır. Örnek olarak ünlü gitar virtüözü Yngwie J. Malmsteen verilebilir. Barok tarzını en çok yansıttığı albümü ise Concerto Suite for Electric Guitar and Orchestra'dır.

2-)Rokoko Sanatı: Barok stilinden sonra sanat akımlarına verilen addır. 17.nci yüzyılın ortalarına doğru Barok stilinde kullanılan doğru çizgilerden meydana getirilen süslemeye karşı tepki olarak doğmuş olan barok stilin hatları gibi eğri büğrü çizgili motiflerden ibaret olup Barok'tan daha ince ve şekillerin kıvrımları daha zarif bir stildir. Barok stiline karşı tepki olarak klastik stilin yeniden ortaya çıkmasından sonra Rokoko deyimi modası geçmiş şey anlamına kullanılmıştır. 13.cü yüzyılda kalın malzeme inceltilmek suretiyle levhalar haline gelmiştir. İnceltilmiş olan demir malzeme Rokoko stilinde yapılmış süslü işlerde kullanılmıştır. Bu stilde malzemeyi şekillendirmede kullanılan takım izleri açık olarak bellidir. Uç kısımları boncuk baskı ile izlenerek sonradan kısaçla içe veya dışa doğru bükülmüştür. Yarmalar dövülerek, bitki yapraklarını stilize edecek şekilde yapılmıştır. Dövülerek inceltilen kesit değişmeleri bazı yerlerde geometrik şekiller meydana gelecek şekilde delinmiştir. İnceltilmiş olan kesit kurşun üzerinde bombe başlı çekiç ile çukurlaştırılarak diğer yüzde kabarıklar elde edilir. Bel (gövde) genellikle kare veya lama (dikdörtgen) gereçten yapılır. Rokoko stilinde yapılmış işlerde, sanatçı motifin her yerini en iyi işleme gayretini göstermiştir. Rokoko stilinde çerçeve kullanılmaz. Serbestlik esası konuya hakimse de simetrik konumdan çıkılmamıştır).

Rundale Sarayının;

1736-1740 yılları arasında ünlü İtalyan Mimar Rastrelli tarafından Courland Dükü için yazlık saray olarak inşa edildiğini, o yıllarda günümüz Letonya topraklarının Leh İmparatorluğu'na bağlı bir eyalet olduğunu,

Courland Dükü Biron'un ölümü sonrasında sarayın Rus Çar ve Çariçe’leri tarafından kullanıldığını,

Öğreniyorum.

Sarayın tasarımı ve dekorasyonunun hepimizi etkilediğini, özellikle sarayın bahçesinin güzel ötesi olduğunu sizlerle paylaşmak isterim. Günün birinde yolunuz Riga’ya düşerse mutlaka Rundale Sarayına gitmeniz gerektiğini söyledikten sonra isterseniz Riga’ya doğru yola düşelim.

Riga’ya 70 kilometre yolumuz kaldı. Sevgili Şoförümüz Polonya’lı ve çok dikkatli araç kullanıyor. Otobüs içerisinde herkesin keyfi yerinde. Bu esnada ön aracın fırlattığı oldukça büyük bir taş otobüsün camına doğru geliyor. Çarpmanın şiddetiyle şoförümüz direksiyon hakimiyetini kaybediyor. Eyvah diyorum. Ama 3-5 saniye içerisinde hakimiyet yeniden şoförümüzde. Otobüsten kocaman bir alkış kopuyor.

Riga’ya ulaşır ulaşmaz otelimize yerleşiyoruz. Otelimiz Radisson Sas ve Daugava Nehrinin hemen önünde. Balkondan muhteşem bir manzarası var.

Odalarımıza yerleştikten 1 saat sonra Riga’yı keşif için dışarıya çıkıyoruz Kolay değil 800 yıllık tarihe sahip yaşayan bir Ortaçağ şehrindeyiz. Yürümeye başlar başlamaz da kendimizi zaman tünelinde hissetmeye başlıyoruz.

Jugendstil Mimarisinin (Meraklısına Not: Jugendstil Mimari asıl temeli Yeni Sanat olan, 1896 yıllarında Almanca konuşulan bölgelerde mimari bir akım olan Jugenstil, 1906-1914 yıllarında doruk noktasına ulaşmıştır.1920’ler de önemini yitiren akım başka isim ve değişikliğe uğrayarak devam etmiştir. Otto Wagner,Gustav Klimt ve Josef Hoffman bazı ünlü Jugendstil çalışmalar yapmış ünlü mimarlardır. Klasik Sanatlara tepki olarak ortaya çıkan Art Nouveau, Almanya'da olduğu gibi Riga'da da Jugendstil adıyla tanınmaktadır.Bu akım 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında özellikle mimariyi etkilemeye başlamıştı. Sanatçılar özgürlük ihtiyaçlarını ortaya koymuş, mimarlık tarihinin 'kreması' binalar ortaya çıkmıştı) merkezindeyiz.

Riga’da binaların yarısına yakınını tasarlayanın ünlü Sovyet yönetmen Sergey Eisenstein'in babası Mikhail Eisenstein olduğunu, 700'den fazla binasıyla dünyada en fazla Jugendstil mimari örneğinin bu kentte olduğunu öğreniyorum. Riga'da yapıları izlerken benim gibi herkesin etkilendiğini fark ediyorum.

Özgürlük Anıtı Milda, Riga Kalesi,Tarihi İsveç Geçidi, Dom Meydanı ve Dom Katedrali, Saint Peter Kilisesi, Opera Binası, Saint Jacob Kilisesi,İşgal Müzesi ve Meclis Binasını görüyoruz.

Baltıklara ve İskandinavya’ya yolu düşenler bilirler. Yaz aylarında sivri sinekler oldukça boldur. Ancak doğal dengenin bozulmaması için hiç ilaçlama yapılmamaktadır. Bunun en katı uygulayıcısı da Letonya’dır. Böyle olunca Riga’da sivri sineklere ziyafet olduğumuzu söyleyebilirim.

Riga'nın merkezinde bulunan Özgürlük Anıtı “Milda” nın önündeyiz. I ve II. Dünya Savaşları arasında bağımsızlık döneminde dikilen anıtta yer alan üç yıldızın Letonya'nın üç bölgesini (Kurzeme, Vidzeme, Latgale) ve özgürlüklerini temsil ettiğini öğreniyoruz. Mevsimin yaz olması nedeniyle Anıtın yanındaki parkta Riga’lıların güneşlendiklerini,bisiklete bindiklerini ve yürüyüş yaptıklarını görüyorum.

Riga’nın eski kent bölümünün 1997 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesine dahil edildiğini öğreniyorum. Daha önceki seyahatimden deneyimim olduğundan dolayı St. Peter Kilisesine yöneliyoruz. 29 Haziran 1941 yılında St. Peter gününde Nazi bombardımanı sonucu yanana kadar ayakta duran ve şimdi asansör ile çıkılabilen metal kulenin S.S.C.B döneminde Mimarlık Müzesi olarak kullanıldığını gruba aktarıyorum. St Peter Kilisesi'nin Kulesine çıkıp Riga’yı kuleden seyre dalıyoruz. Herhangi bir şehri tepeden seyretmenin hem çok keyifli hem de şehri daha iyi keşfetmenin yolu olduğunu bir kez daha fark ediyorum. Daugava Nehri'nin Riga'nın ortasından geçtiğini, nehrin kıyısında bulunan ve Stalin döneminden kalma Bilimler Akademisi binasını, Avrupa'nın en büyük pazarı Zeplin Hangarları'nı, Parlamento Binasını ve eski kentteki önemli yapıları tekrar görüyorum.

Hepimiz biliriz Avrupa'nın en önemli geleneklerinden biri Noel ağacının süslenmesidir. Bu geleneğin ilk kez Riga'da gerçekleştiğini, 1510 yılının Noel gecesi eğlencelerin sokaklara taştığını, tüccar ve zanaatkarın meydandaki çam ağacının etrafında dans etmeye başladıklarını, ellerine geçen süsleri ağaca atıp en sonunda da koca ağacı yaktıklarını, bunun süslenen ilk Noel ağacı olarak kabul edildiğini, geleneğe dönüşen bu hareketi Martin Luther’in ağacı eve sokarak ateşe vermek yerine de mum asarak şimdi uygulandığı haline kavuşturduğunu öğreniyorum.

Yolda yürürken birden Riga ile ilgili olarak okuduğum bir yazı aklıma geliyor. Aynen paylaşıyorum. “Riga’da yürümenin altın kuralı, yanınızdan geçen kıza asla dönüp bakmamaktır. Çünkü karşıdan gelen daha güzel bir kızı kaçırabilirsiniz.” Gerçekten yol boyunca çok sayıda güzel kadın görüyoruz.

Riga esasında çok küçük bir kent. Ama tarihi görüntüsü, yemyeşil doğasıyla oldukça etkileyici.Adeta beyaz bir kağıdın üzerine çizilmiş güzel bir resim gibi. Resim deyince rotamızı Riga'da bulunan Dekoratif Uygulamalı Sanatlar Müzesine çeviriyoruz. Akşama doğru müzeden çıkıp yanında bulunan Güzel Sanatlar Fakültesine giriyoruz. Benim içinden sadece “Ah keşke ülkemde de böyle uygulamalı Güzel Sanatlar Fakülteleri olsa” diye geçiyor. Akşam otele dönüyoruz. Yarın yeniden yollardayız. Önce Parneu,sonra Talin ve en son Helsinki’de olacağımız yoğun bir güne uyanacağız.Odamın balkonundan Riga’nın gece manzarasını seyrederken defterime “Sadece Viyana,St. Petersburg ve Barcelona ile karşılaştırılabilecek güzellikteki Riga” cümlesini yazıyorum.

Yarın görüşmek üzere…

13 Haziran 2012 Çarşamba

VİLNİUS'TA UFAK BİR GEZİ.....

Sabah erkenden odalarımızı boşaltarak otobüse biniyoruz. Yolculuğumuzun en yorucu olacak ve otobüste geçecek bölümünü yaşayacağız bugün. Yaklaşık 7-8 saatlik bir otobüs yolculuğu var önümüzde. Otobüste herkes mutlu ve seyahatimiz çok eğlenceli geçiyor. Sabah internetten Bursaspor’un Beşiktaş’ ı 2-1 yendiğini, Fenerbahçe’nin de Trabzonspor ile 1-1 berabere kaldığını, bunun sonucunda da Bursaspor’un şampiyon olduğunu öğrenip bunu grubumuzla paylaşınca da otobüsteki konu futbol ve şampiyonluk oluyor. Yol boyu otobüste Galatasaray,Beşiktaş ve Trabzonspor’u tutanların Fenerbahçelileri kızdırmalarına tanık oluyoruz.

Daha önce Minsk ve Riga’dan karayolu ile geçtiğim Vilnius’a bu gidişimde okumak için bol bol doküman getirmiştim. Yol uzun olunca okumaya bol vakit var.

Litvanya ile ilgili okuduklarımdan;

Litvanya’nın 11 Mart 1990 senesinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinden bağımsızlığını kazanan ilk ülke olduğunu,

Litvanya’lıların soyunun Milattan Önce 2500 yıllarında bu bölgeye yerleşen Baltık halklarından geldiğini,

Litvanya’nın 13. yüzyılda Litvanya Grandüklüğü kurulmasından sonra Hristiyanlığı kabul ettiğini, Kral Jogoila’nın Lehistan (Meraklısına Not: Osmanlı Polonya’lılara Leh derdi) Kraliçesi ile evlendikten sonra iki ülkenin kader birliğine başladığını, 1569 yılında tek bir ülkeye, 17. yüzyılda da Lehistan İmparatorluğu’na dönüştüğünü,

Bu imparatorluğun 18.yüzyılda Rus Çariçesi II.Katerina tarafından haritadan silinerek Rusya’ya katıldığını,

Litvanya’nın Nazi işgalinden sonra II. Dünya Savaşının bitiminde bağımsızlığına kavuştuğunu, ancak daha sonra S.S.C.B tarafından işgal edildiğini ve 1990 yılına kadar S.S.C.B’ne bağlı olduğunu,

Litvanya’nın Avrupa'nın en hızlı gelişen ekonomilerinden birine sahip olup NATO, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği üyeliğinin bulunduğunu,

Vilnius’un 2009 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçildiğini,

Tarihte "Litvanya" ismine ilk rastlanılan tarih olan 1009 yılının bininci yıl dönümünün ülke genelinde çeşitli etkinliklerle kutlandığını,

Öğreniyorum.

Yol uzun ama dostlarla olunca çabuk geçiyor. Hareketten 8 sonra Vilnius’tayız.Önce otelimize yerleşiyoruz. Otelimiz oldukça merkezi. Şehri hemen keşfe başlıyoruz. Yürüyerek Vilnius Katedralinin bulunduğu alana gidiyoruz. Burasının Sovyetler Birliği döneminde 1989 yılına kadar galeri olarak kullanıldığını söylüyorlar. 1989 yılına gidiyorum bir anda. Televizyonda izlediğim ve Vilnius, Riga ve Talin arasındaki 650 kilometre uzunluğundaki karayolunda elele oluşturulan İnsanlık Zinciri görüntüsü ve S.S.C.B’ni protestoyu hatırlıyorum. Bu meydan önemli bir meydan insanlık tarihi için. 650 km boyunca insanlar elele tutuşarak bir zincir oluşturmuşlar ve bu meydanda da zincir bitmişti.Daha sonra da S.S.C.B’nden kopmalar ve bağımsızlık ilanları başlamıştı.

Katedralin bulunduğu meydanda oturup sandviçimi yerken düşünüyordum bunları. Sandviçim bitince Katedralin arkasındaki parkın içine doğru yürüyorum. Bu park bizleri Gediminas Kalesine götürecek. 48 metre yükseklikteki parka çıkmak yürüme alışkanlığı olmayanlar için zor ama Allahtan park içerisi güneşten korunaklı. Kalenin bulunduğu tepeye ulaşınca Vilnius’un kuşbaşı görüntüsünün hepimizi dinlendirdiğini ifade etmeliyim.Tepeden şehri kesen Neris Nehrinin karşısındaki “3 Haç” tepesini görüyorum. Buraya 17. yüzyılda dikilen ilk haçın Stalin döneminde kaldırıldığını, ancak bağımsızlık ilanı olan 1988’den itibaren buraya yeni haçların konulduğunu bir kitaptan okuduğumu hatırlıyorum.

Gediminas Kalesinin inişinde Gediminas Heykeli gölgesinde dinlenip hep beraber Vilnius Üniversitesine doğru hareket ediyoruz. Bu üniversitenin Orta ve Doğu Avrupa'nın en köklü ve ünlü üniversitelerinden olduğunu bildiğim için özellikle ziyarette bulunmak istemiştim.

Vilnius Üniversitesinin, 1570 yılında açılan Cizvit Okulu'nun Kral Stephan Bathory'nin talimatıyla Academia et Universitas Vilnensis Societatis Jesu'ya çevrilmesiyle 1579 yılında eğitime başladığını, 1753'e kadar bir çok değişiklik yaşayan eğitim kurumunun bu tarihten itibaren modern bir üniversite halini aldığını, okulun mezunları arasında Latin felsefeci Mathis Casimiris Sarbievius, Nobel ödüllü Czeslaw Milosz ve İstanbul'da hayatını kaybeden Polonya'lı şair Adam Mickiewicz’in olduğunu, ( Meraklısına Not: Adam Mickiewicz’in kendisinin adını taşıyan müze Tarlabaşı'ndadır), okulun tarihinin Litvanya ile bire bir örtüştüğünü, önce kilise etkisi, sonra Polonya, sonra Rusya, sonra tekrar Polonya, sonra tekrar Rusya, bir dönem Nazi, yine Rusya etkisinde kaldığını, 1988 yılında Litvan kimliğine kavuştuğunu öğreniyorum.

Üniversiteden içeriye giriyoruz. İçerisi tamamen tarih kokuyor. Üniversitenin ana kampüsü Vilnius'un tam göbeğinde.

Üniversitenin Filoloji Fakültesinde Türk Dili eğitimi veren bir bölümün bulunduğunu, Oryentalizm Merkezinde ise Türkoloji bölümünün olduğunu reberimizden öğreniyoruz. Ayrıca, Türkiye’den Abant İzzet Baysal, Anadolu Üniversitesi,Atatürk Üniversitesi, Bahçeşehir Üniversitesi,Balıkesir Üniversitesi,Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Çukurova Üniversitesi, Dicle Üniversitesi, Erzincan Üniversitesi, Fatih Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Haliç Üniversitesi, Işık Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi,Kafkas Üniversitesi, Sütçü İmam Üniversitesi, Kastamonu Üniversitesi, Kocaeli Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Pamukkale Üniversitesi, Doğuş Üniversitesi, Yeditepe Üniversitesi ve Yıldız Üniversitesi ile Vilnius Üniversitesi arasında Erasmus Anlaşması, Ankara Üniversitesi ile de öğrenci değişim programlarının olduğunu öğreniyoruz. Grubumuzdaki tüm öğrencilere mutlaka Erasmus programlarını takip etmelerini öneriyorum (Meraklısına Not: Erasmus programı, yükseköğretim kurumlarının birbirleri ile işbirliği yapmalarını teşvik etmeye yönelik bir Avrupa Birliği programıdır.Yükseköğretim kurumlarının birbirleri ile ortak projeler üretip hayata geçirmeleri; kısa süreli öğrenci ve personel değişimi yapabilmeleri için karşılıksız mali destek sağlamaktadır. Bunun yanı sıra yükseköğretim sistemini iş dünyasının gereksinimlerine uygun olarak geliştirmek ve üniversite mezunlarının iş dünyasında istihdam edilebilirliğini arttırmak amacıyla yükseköğretim kurumları ile çalışma çevreleri arasındaki ilişkilerin ve işbirliğinin arttırılmasını da teşvik etmektedir.

Erasmus programı, Hayat boyu Öğrenme Programına dahil ülkeler olan Avrupa Birliği üyesi 27 ülke, Avrupa Birliğine üye olmayıp Avrupa Ekonomik Alanı üyesi İzlanda, Lihtenştayn, Norveç ve Avrupa Birliğine aday ülkeler arasında yer alan Türkiye ve Hırvatistan ile İsviçre yüksek öğretim kurumlarının istifadesine açıktır. Erasmus programı çerçevesinde gerçekleştirilecek bütün faaliyetlerde, taraflardan en az birinin Avrupa Birliği üyesi ülke kurumu olması şartı aranmaktadır.

Ülkelerin ilgili resmi kurumlarınca yükseköğretim kurumu olarak kabul edilen üniversite, enstitü, akademi ve benzeri kurumlar, Avrupa Komisyonu Eğitim ve Kültür Genel Müdürlüğü'nün ilgili birimi olan Komisyon Yürütme Ajansı'na (The Education, Audiovisiual and Culture Executive Agency - EACEA) başvurarak Erasmus Üniversite Beyannamesi - EÜB (Erasmus University Charter - EUC) almaya hak kazandıkları takdirde, bu kurumların öğrenci ve personeli Erasmus programından faydalanabilir. Öğrenci staj hareketliliği gerçekleştirmek isteyen kurumların Genişletilmiş EÜB (Extended EUC) alması gerekmektedir.

2010-2011 akademik yılından itibaren geçerli olmak üzere, EÜB sahibi kurumların Öğrenci ve Personel Hareketliliği faaliyetlerinden yararlanacak bireylerinin:

-Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaları ya da,

-Başka ülkelerin vatandaşı olmakla birlikte Türkiye'de bir okulda, meslek okulunda, yükseköğretim kurumunda veya yetişkin eğitimi veren bir kurumda kayıtlı öğrenci olmaları veya ilgili yasalar ve mevzuatlar çerçevesinde Türkiye'de bir işte çalışıyor olmaları veya Türkiye'de yaşıyor olmaları gerekmektedir.

Hayatboyu Öğrenme Programı'nın ilk yılı olan 2007/2008 akademik yılından beri tüm Avrupa'da 2000'den fazla yükseköğretim kurumu Erasmus programına katılabilmektedir. Alınan EÜBler, iptallerini gerektirecek bir durum olmadığı takdirde, 2013 yılına kadar geçerliliğini koruyacaktır. Kurumlar, her yıl Komisyonun ilan ettiği son tarihe uygun olarak başvuruları açtığı tarihten itibaren başvuruda bulunabilirler.)

Bu gezinin bizlere en büyük kazancının geziye katılan öğrencilerin Erasmus programlarının ne kadar önemli olduklarını kavramaları olduğunu söyleyebilirim. Nitekim gezi sonrası bu programa dahil olan öğrencilerin olduğunu ve halen eğitimlerini sürdürdüklerini bilmenin mutluluğunu da paylaşmak isterim.

Üniversiteden ayrılarak Old Town’da dolaşıyoruz. Sonrasında Katedralin önündeki ana caddeden şehrin modern tarafına geçiyoruz.

Ben gruptan ayrılarak bir taksiye binerek şehrin 25 kilometre uzağında bulunan Trakai’ye gidiyorum.Bir gezgin için en önemli konu keşiflerde çok az kişinin bildiği yerlere gitmek, insanlarla tanışmaktır. Nasıl ki Masailer,Kızıldereliler,Eskimolarla oturmak,sohbet etmek gezginler açısından önemlidir. Litvanya’da da bugün sayıları 200 olan Hazar Boyu'na mensup  ve Litvanya’ya 600 yıl önce gelen Karay’lar o kadar önemlidir. (Meraklısına Not: Litvanya'ya 600 yıl önce Grand Duke Vytautas tarafından getirildiği söylenen Hazar Boyu'na mensup Karay’lar Vytautas zamanında sınırları Karadeniz'e inen Litvan İmparatorluğu'nu korumak amacıyla savaşçılıkları ile nam salan Türkler'in, Kırım'dan getirilerek sınır boylarına ve bir kısmının da sarayı korumak amacı ile Trakai'ye getirildiği kaynaklarda yer almaktadır. 14. yüyıldan bu yana Litvanya'da yaşayan bu Türkler'in çoğunluğu müslüman olsa da Trakai'dekiler musevi inanışını benimsemişlerdir.Bugün Vilnius’a 25 kilometre uzakta 200 e yakın Karay yaşamaktadır. Karay kelimesinin Arapça & İbranice kökenli, "okumak - kıraat etmek" anlamına gelen Karae'den geldiği söylenir. Diğer Yahudiler gibi, Tevrat'a inanmayıp Eski Ahid'i baz aldıkları için, Hazar Musevileri'ne bu adın verildiği kabul edilir. (Tevrat'ın tahrip edildiğine inanırlar, 10 Emir'i uygularlar.) Mezheplerinin kurucusu Bağdat'lı bir haham olan Anan Ben David'dir. Tevrat tahrip edildiği için yeni bir mezhep kuran Ben David, şikayet üzerine hapse atılır. Cezaevinde oda arkadaşı, Hanefilik mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanefi'dir. Mezhebinin temelini oluştururken, ondan çok etkilendiği söylenir. Hz. İsa'yı ve Hz. Muhammed'i de peygamber olarak kabul ederler. İbadethaneleri (Kenesa) İslami motifler barındırır ve biz gibi ayakkabısız girerler. Tanrı'larına, diğer Yahudiler gibi Yehova değil, "Tengri" derler. Günümüzde, çeşitli coğrafyalara yayılmış olan Karay'ların Türkiye'deki temsilcileri Hasköy civarında yaşarlar. (Karaköy'ün adını Karay'lardan aldığı kabul edilir.) Sefarada mezarlığının bir köşesinde Karay'lara ayrılmıştır)

Trakai’de müthiş bir göl ve gölün ortasında kale var. Kalenin içerisine giriyorum. Müzede Türk ve Müslüman izleri hakim. Kaleden çıkışta bana verilen adresi arıyorum.

İşte burası adresi buldum….

KYBYNLAR…..

Merdivenlerden çıkıyorum. Burası sanki Türkiye….. Menüye bakmıyorum bile. Türkçe müzik çalıyor. Kuzu Kıbın söylüyorum. Aslında bu bildiğimiz kuzu kapama. Sovyetler Birliği döneminde yapılan nüfus sayımında sadece 2.602 kişi kalmış olduğu anlaşılan Karay halkından 200 kişinin yaşadığı topraklarda dolaşıyorum. Anlaşma olanağım olanlarla sohbet ediyorum ve beni bekleyen taksi ile Vilnius’a dönüyorum.(Bu yazım Vilnius'la ilgili ikinci yazım ilkini  http://abidinlutfidemir.blogspot.com/2012/03/minskten-ve-rigadan-karayoluyla.html   adresinden okuyabilirsiniz).

Ertesi gün Riga’ya hareket edeceğiz. Yolumuz üzerinde önce Rundale kalesi olacak. Yine yorucu ama keyifli bir gün olacak diyebilirim. Gezi grubumuzun üyelerinden Tuğrul Velidedeoğlu ve sevgili eşi Gülen Velidedeoğlu'nun bugün evlilik yıldönümleri. Akşam güzel bir restorana gidiyoruz. Sağlıkla,mutlulukla ve şansla dolu yıllarda hep birlikte olmak dilekleriyle güzel çifti kutluyoruz.

Riga’da görüşmek üzere….

7 Haziran 2012 Perşembe

KÜLLERİNDEN DOĞAN VARŞOVA'YI SEVMEMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR...


Pekmezci Gezi Grubuyla yeni bir güzergahımız var. Bu kez Varşova,Vilnius,Riga,Talin ve Helsinki’nin sanat yuvalarını gezeceğiz. Aşağıdaki yazıda gerçekleştirdiğimiz bu geziye ilişkin anılarımı okuyacaksınız.

Sabaha karşı erkenden kalkıp buluşma noktamız Belpa Buz Pateni Sarayı önüne gittik. İstanbul uçağımız saat 08.00 de. İstanbul’a 09.05 de vardıktan sonra Türk Havayolları’nın TK 1765 sayılı uçuşu ile saat 10.50’de Varşova’ya hareket ettik. Grubumuzun enerji dolu sohbeti ve mutluluğu tüm uçak yolcularına ve mürettebata yayıldı. Mutluluk ve mutsuzluk bulaşıcıdır.Mutsuz insanları ve size mutsuzluk virüsünü bulaştıracak kişileri kendinizden ve çevrenizden uzaklaştırın diye bir makale okumuştum. Bu makalede yazanlar bizim grubumuza üye arkadaşlarıma ve birlikteliğimize çok uyuyordu. Bu nedenle de bu makaleyi kesip sakladım. Öncelikle bu makaleyi sizlerle paylaşmak istiyorum.

“ Son yapılan araştırmalara göre duygular, alışkanlıklar ve davranışlar bulaşıcı. Başkalarının üzerimizdeki etkisi sandığımızdan daha fazla. Öyle ki bazen hiç karşılaşmadığımız insanların etkisinde bile kalabiliyoruz. Harvard Üniversitesindeki bilim insanlarının yürüttüğü bir araştırmaya göre duygu durumumuz üzerinde başkalarının etkisi tahminlerimizden daha fazla. Öyle ki bu başkaları yalnızca birinci dereceden arkadaşlarımız olmayabiliyor; arkadaşlarımızın arkadaşlarının arkadaşlarının duygu durumu -daha önce hiç görmediğimiz üçüncü dereceden uzak arkadaşlar- sosyal ağ üzerinden bir virüs gibi bizlere bulaşabiliyor. Gerçekten de bu birbirini etkileme olgusu, henüz tam olarak anlamadığımız bir şekilde arkadaşlık ağı üzerinden yayılıyor. Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesinden tıbbi sosyolog Nicholas Christakis mutluluk, depresyon, obezite, içki ve sigara alışkanlığı, sağlık takıntısı, özel bir müzik ve yiyecek türü tercihi, hatta intihara yatkınlık gibi duygu ve davranış şekillerinin suya atılmış çakıl taşları gibi sosyal ağlar üzerinden yuvarlanarak yol aldığını ileri sürüyor.

Yalnızca yakın çevremizdekilerin değil,tanımadığımız insanların duygu durumlarından, sağlık durumlarından ve alışkanlıklarından etkilendiğimiz düşüncesi ilk bakışta korkutucu gelebilir. Bu bir anlamda yaşantımızda kontrolü başkalarının ellerine teslim ettiğimiz anlamına geliyor. Çünkü toplumsal etkileşimler genellikle bilinçaltı düzeyde seyreder.Columbia Üniversitesinden Sosyolog Duncan Watts, bu konuda tedirginlik yaşamanın gereksiz olduğunu söyleyerek şöyle konuşuyor: Sosyal etkileşim çoğu zaman iyi bir şeydir. Öncelikle yapısal açıdan sosyal yaratıklar olduğumuzu kabullenelim. Kim olduğumuz ve ne yaptığımız genellikle çevremize çizdiğimiz küçük dairenin dışında kalan güçlerin etkisi ile şekillenir. Bu gerçeği de reddetmeyelim. Dahası, sosyal bulaşıcılık diye bir kavramın farkında olduğumuz zaman bundan etkilenmemenin yollarını da bulabiliriz. Belki de bu olguyu kendi lehimize çevirebiliriz. İnsanların, etkisi altında oldukları sosyal ağ üzerinde az da olsa bir kontrolleri bulunduğunu ileri süren Christakis, bu şekilde dizginleri tümüyle elden kaçırma riskinin düşük olduğuna inanıyor.

Christakis son araştırmasında mutluluğun insandan insana nasıl bulaştığını araştırmış. Bu araştırmada denek olarak 1948 yılından sürmekte olan Framingham Kalp Araştırmasına katılan deneklerden yararlanan Christakis ve ekibi, mutlu insanların kümeleşme eğilimi taşıdığını ortaya çıkartmış. Bunun nedeni tahminlerin aksine mutlu insanların kendiliğinden birbirlerine yönelmeleri değil. İnsanların bilinçli arkadaş seçiminden bağımsız olarak, mutluluğun sosyal temas yoluyla yayılma şekline bağlı olarak mutlu insanlar bir araya gelebiliyor.

Ayrıca, mutluluğun yalnızca yakın çevredeki arkadaşların mutluluğuna değil, arkadaşın arkadaşının, arkadaşın arkadaşının arkadaşlarının mutluluğuna da bağlı olduğunu ortaya koyan Christakis, bir insanın ne kadar çok sayıda arkadaşı varsa o kadar mutlu olması şaşırtıcı gelmeyebilir. Ancak önemli olan arkadaşların sayısı değil, bu insanların mutlu olup olmamalarıdır diye konuşuyor.”

Mutluluğumuzun tüm uçağa yayılması sonrası saat 12.25’de Varşova’ya ulaşıyoruz.

Havaalanından şehre doğru yol alırken bol renkli yapılar ve arnavut kaldırımı yollar dikkatimizi çekiyor.

Varşova Vistül Nehrinin hemen kıyısında kurulmuş bir şehir ve tarihi 12. yüzyıla kadar dayanıyor. Varşova hakkında bir çok şehir efsanesi mevcut. Bir çoğunu okudum. Bunlardan en ünlüsü olan Deniz Kızı Syrena’yı okuduktan sonra çok etkilendiğimi belirtmek ve bu efsaneyi sizinle paylaşmak isterim.

“ Baltık Denizinde deniz kızı olarak yaşayan iki kız kardeş, deniz hayatından sıkılıp karaya çıkmak ister. Kızkardeşlerden birisi Danimarka boğazından geçerek bugünkü adıyla Kopenhag Limanına doğru yönelir. Diğer kardeş Syrena ise Baltık kıyısının ünlü şehirlerinden Gdansk’a kadar yüzer ve oradan da Vistül Nehrine geçer. Varşova’nın kurulu olduğu yere kadar yüzen denizkızı, dinlenmek için karaya çıktığında burayı çok sever ve yaşamını burada devam ettirmeye karar verir. Fakat burada yaşayan balıkçılar denizkızına balık ağlarını serbest bıraktığı için kızarlar ve onu cezalandırmaya karar verirler. Denizkızını kıyıda ararlar ama bulamazlar. Bir süre sonra uzaklardan denizkızının güzel sesini duyarlar ve sesinden çok etkilenirler. O günden sonra denizkızı muhteşem sesiyle orada yaşayan halkın neşesi hâline gelir.

Günün birinde şehre gelen zengin bir tüccar, sesi ile ünlü olan denizkızı Syrena’yı görür. Onu yakalayıp panayırda sergilemeyi düşünür. Syrena’yı bir ağ ile yakalar ve onu bir barakaya kapatır. Syrena’nın ağlayan sesi ile söylediği şarkıları duyan genç bir balıkçı onu kurtarır. O günden sonra Syrena artık orada yaşayamayacağını anlar ve orayı terk etmeye karar verir. Ancak onu çok seven halkı da unutmaz. Şehirden ayrılmadan önce yardıma ihtiyaç duydukları anda onları korumak için geri geleceğine dair söz verir.

O günden beri Syrena, Varşova’nın koruyucusu olarak bilinir ve bunu temsilen Vistül Irmağı kıyısında elinde kılıç ve kalkanı ile duran denizkızı heykeli bulunur.”

Varşova’ya vardığımızda şehrin halen eski sosyalist rejimin karakterini taşıyan geniş caddeleri ve tek tip köhne binaları dikkatimi çekiyor.

Stare Miasto’tayız ilk olarak. Burada binaların duvarlarındaki kurşun izlerini fark etmemek mümkün değil. Oldukça etkilendiğimi ifade etmeliyim. Bulunduğumuz yer Eski Şehir ve tarihi 13. y.y’a kadar uzanıyor. 2.Dünya Savaşında yok olan bu meydan artık UNESCO’nun koruması altında imiş. Meydanda tamamen tarih var. Meydan bir çok ara sokağa açılıyor. Bu sokaklara giriyorum ve oldukça dar olan sokaklarda yürüyorum.

Orijinal ismi Plac Zamkowy olan Kale Meydanındayız. Burası mimarisi, kaldırım kafeleri, müzisyenleri ile balon ve hediyelik eşya satıcıları ile yirmi dört saat yaşayan bir meydan. Her yerde Polonya’lı gençler var.Meydanın gençliğin favori buluşma yeri olduğunu ve yeni yıl partilerinin bu meydanda yapıldığını öğreniyorum.

Polanya’lıların Nazilere direnişi anısına 1989 yılında dikilen Varşova’nın Yükselişi Anıtı (Pomnik Powstania Warszawskiego) önündeyiz hep beraber. Bol bol fotoğraf çekerek dinleniyoruz. Kolay değil sabahın ilk ışıklarıyla düştüğümüz yollardayız halen.

Sırada St. Anne Kilisesi var. Bu kilisenin de savaşta yerle bir olduğunu, savaş sonrasında orijinal gotik unsurlara bağlı kalınarak restore edildiğini, bu kilise için Varşova’nın kültür mirası denildiğini öğreniyorum. Muhteşem bir şehir manzarasına hakim olarak kiliseden ayrılarak Kutsal Haç Kilisesine doğru yol alıyoruz. Bu kilise Varşova Üniversitesine çok yakın. Savaş sırasında çok hasar görmesine karşın kilisenin mihrabındaki bazı orijinal Barok süslemelerinin korunduğuna tanık oluyoruz. Kilisenin sol tarafındaki ikinci sütununda Frédéric Chopin’e ait küllerin bulunduğu vazoyu fark ediyorum. Paris’te ölümünden sonra bestecinin vasiyeti üzerine küllerin buraya getirildiğini öğreniyorum.

Hep beraber Chopin Anıtının bulunduğu Lazienki Parkına giriyoruz. Parkın peyzajı karşısında etkilenmemek mümkün değil. Türkiye’deki tüm belediyelerin Park ve Bahçeler Müdürlüğü yetkililerin bu parkı görmeleri gerektiğini düşünüyorum. Park içerisinde yürüyerek Chopin Anıtı önüne geliyoruz. Yürüyüşümüz esnasında park içerİsinde sincapları,ceylanları, tavus kuşlarını görüyorum. Chopin Anıtı ziyareti sonrasında park içerisinde dolaşırken su üzerinde bir yapı gözüme çarpıyor. Parkın merkezinde neoklasik tarzda yapılmış su üzerindeki bu yapının eskiden Kralın Saray olarak kullandığı Palas olduğunu öğreniyorum.

Otele dönüyoruz. Otelimiz çok merkezi konumda. Bilim ve Kültür Sarayının tam karşısında. Burası Varşova’nın her yerinden görülen 234,5 metre uzunluğunda bir yapı. Otel odamın penceresinden nefis kareler yakalıyorum. Bilim ve Kültür Sarayı Stalin’in savaş sonrası Polonya’ya armağan ettiği bir eser(Meraklısına Not: Bu sarayın 30.katına mutlaka çıkmalı ve Varşova’yı seyretmelisiniz).

Sabah erkenden kalkarak yürüyüşümü yaparak otele dönüyorum. Kahvaltı sonrası gideceğimiz çok yer var. Zevkli ve heyecanlı bir güne daha merhaba diyorum. Hep birlikte uzun yıllar Polonya’nın sembolü olan Belvedere Sarayına doğru gidiyoruz.Burası aslında dün ziyaret edip hayran kaldığımız Lazienki Parkın güney kapısının hemen yanında bulunuyor. Belvedere Sarayının etrafında sarayı çevreleyen demir maskeli askerler bulunuyor. Sarayın Polonya Başbakanı ve ailesinin yaşaması için inşa edildiğini, Polonya eski Başbakanı Lech Walesa’nın Krakowskie Przedmiescie’da yaşamaya başlamasıyla burasının tek işlevinin yurt dışından resmi ziyarette bulunan devlet adamlarının temsili olarak buraya ziyaret etmesi olduğunu öğreniyorum.

Belvedere Sarayından sonra Denizkızı Heykeline (Syrenka) doğru gidiyoruz.Alman askerlerinin Varşova’yı yerle bir etmesine karşın bu anıta dokunmadıklarını okuyorum. Heykelin yanına geldiğimde denizkızının elindeki kılıcı ve kalkanıyla Varşova topraklarını koruduğu hissine kapılıyorum. Üç metre uzunluğundaki heykel önünde bol bol fotoğraf çekiyoruz.

Yolumuz üzerinde Neoklasik tarzda yapılmış Büyük Tiyatroyu görüyoruz. İhtişamlı bu yapı içerisinde günün birisinde bir temsil seyredebilmeyi diliyorum. Tiyatronun 1900 kişilik oturma kapasitesiyle Avrupa’nın en büyük salonlarından olduğunu, iç mimarisinin ve moziklerle süslü kolonlarının sadece fuaye ve oyunlarda görülebildiğini öğreniyorum.

Şimdi yolumuz Yahudi Mahallesine doğru. Mahalle 2. Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından işgal edilen Varşova’nın trajik tarihini gözler önüne seren bir yer. Roman Polanski'nin “The Pianist” filmi burada çekildiğinden ve bu film beni çok etkilediğinden mahalleyi görmek ayrı bir heyecan uyandırdı bende. Mahallede getto kahramanlarını sembolize eden pek çok anıt gözümüze çarpıyor(Meraklısına Not: Ghetto  ya da getto, bir kentin herhangi bir azınlıkça yerleşilen bölümüne genel olarak verilen addır. İbranice kökenli bu sözcük özelde Almanya ve Doğu Avrupa şehirlerinde eskiden Yahudilere ayrılan, sonra da Yahudi semtlerine verilen bir addır. Genelde kötü koşulların hakim olduğu bölgeler için kullanılır. Getto, amacı ne olursa olsun, her azınlığın sığınma veya sürülme (örneğin Varşova gettosu) yeridir. Ayrıca II. Dünya Savaşı sırasında Adolf Hitler önderliğinde üstün kabul edilen Aryan ırkını, alt ırk diye tabir edilen Yahudi ırkından ayırmak için tüm Yahudileri ayrı bir küçük mahalleye yerleştirme işidir.Günümüzde ise özellikle ABD'de yine zenci mahallelerinden oluşan ayrı bir getto yerleşim alanı vardır).

Varşova’da görmediğimiz yer kalmadı artık sanat yuvalarına doğru gidiyoruz. İlk olarak Milli Müzedeyiz (Narodowe - National Museum).Müzenin 20 Mayıs 1862 tarihinde Varşova Güzel Sanatlar Müzesi adı altında kurulduğunu, Müzenin bugünkü ismini 1916 yılında aldığını, 1932 yılında dekoratif sanatlar bölümünün açıldığını, 1938'de müzeye yeni bina eklendiğini, 2.Dünya Savaşı sırasında müzenin Alman askerleri tarafından tahrip edildiğini, müzede 780.00'den fazla eserin sergilendiğini, Müzede Antik Sanat, Ortaçağ Sanatı, Yabancı Tablolar, Polonya Tabloları, 20.yy Polonya Sanatı, Polonya Dekoratif Sanatının kalıcı olarak sergilendiğini öğreniyorum. Elbette bu 780.000 eserin tamamını görme şansımız yok. Eski harita ve gravürler ile Asya sanatının önemli koleksiyonları ve Çin porselenleriyle Hindu ve islami el yazmaları ilgimi çekiyor.

Çıkışta hep birlikte Zacheta Ulusal Sanat Galerisine gidiyoruz. Çıkışta ben gruptan ayrılarak Chopin Müzesine uğruyorum ve Chopin’in son kullandığı piyanoyu görüyorum.

Otele dönüyoruz. Yarın Vilnius’a doğru gideceğiz ve yolumuz uzun. Yaklaşık 7-8 saat otobüs yolculuğumuz var.

Vilnius’ta görüşmek üzere.