23 Mayıs 2012 Çarşamba

YÜREKLİ DÜNYA ŞEHRİ MÜNİH SİZİ SEVİYOR…

YÜREKLİ DÜNYA ŞEHRİ MÜNİH SİZİ SEVİYOR…

Sabah güzel bir kahvaltı sonrası yine yollardayız. Yolumuz uzun. Otobüsümüz ise mutluluk yuvası. Hepimiz yorgun olarak hissetsek de bedenlerimizi ruhumuz halen sağlam. Münih’e varınca doğrudan şehir turu yapmamız şart zira yarın gezilecek çok müze var. Otelimiz Münih’in tam merkezi noktasında. Kentin kalbi Marienplatz’da bulunan otelimizin diğer şehirlerdeki otellere göre standardı oldukça düşük. Ama bu bile bizleri mutsuz edemiyor.

Şehri tanımlayan slogan (Motto) uzun zaman Die Weltstadt mit Herz (Yürekli Dünya Şehri) idi. Fakat son zamanlarda bu München Mag Dich (Münih seni seviyor) şekline dönüştü. Ben ise bunu YÜREKLİ DÜNYA ŞEHRİ MÜNİH SİZİ SEVİYOR… olarak değiştirdim.

Münih’teki müze ve sanat galerileri çok fazla. Bu şehir Almanya’nın en çok müze ve sanat galerisine sahip şehir ünvanına sahip.

Kentin kalbi Marienplatz’dayız. Orta çağda buğday pazarı kurulan bu meydan şövalyelerin düellosuna tanıklık etmiş. Meydanda her yer şenlik görünümünde. Eski kent merkezi Odeondplatz Meydanına doğru yürüyoruz. Birazdan tüm görkemiyle St. Kajetan Theatiner Kilisesi bizleri karşılıyor. Etrafta çok sayıda eski bina var. Hepsi ortaçağdan kalmış. Kraliyet Sarayı ve Hofgarten’i (Kraliyet Bahçesi) görüyoruz.
Unutmadan yazmak istiyorum. Şehir diğer Alman kentleri gibi 2. Dünya Savaşı esnasında çok zarar görmüş. Tüm bombalamalara karşın ayakta kalan Isartor, Karlstor ve Sendlinger Tor şehir kapılarının yıkılmamasına şaşırmakla birlikte bu tarihi yapıları gördüğüme sevindiğimi belirtmeliyim. Profiller, Karl Platz, Fraunkirche, Türk Caddesi, Belediye Binası, Marien Platz’ı görüp otelimize ulaşıyoruz.

Münih'te hiç beklemediğiniz bir tarih kokusu hepimizi büyüledi. O nedenle otelde odalarımıza çıkmamızla aşağıya inmemiz bir oldu. Münih'in meşhur alışveriş marketlerinde alışveriş yaparak ve Münih’e özgü birahanelerde dinlenerek günün son saatlerine ulaştık.

Sabah erkenden kalkarak müze keşiflerimize başlıyoruz. İlk olarak Ulusal Bavyera Müzesindeyiz. Müzede yok olmuş kilise,manastır ve kule gibi yerlere ait olan taş(gotik) yontuları, ahşap heykeller ve tablolar Heilbron Manastırından gelen saati(Meraklısına Not: Bu saat ürpertici saat olarak adlandırılır. Bunun sebebi keşişlerin ayarladığı zamanda alarm yerine ürkütücü ölüm bestesi çalar.Saatin üzerinde ölüm figürleriyle işlenmiş aslan ve yontmalar vardır.) görüyoruz.

Sevgili dostum Mimar Kadri ATABAŞ’ın Ankara’da iken bahsettiği ve binasını mutlaka görmek istediği BMW Müzesindeyiz. BMW’nin en klasik otomobillerini motosikletlerini ve uçak motorlarını görüyoruz.

Sırada Alte Pinakotek var. Müzede ilginç bir saptamam oluyor. Avrupa’da tüm müzelerde tablolar akımlarına,ülkelerine veya sanatçılarına göre sıralanırken bu müzede eserlerin kronolojik sıramayla yerleştirildiğini fark ediyorum. Giotto’nun “Son Yemek”, “Çarmıha Geriliş” ve “Araf’taki İsa” isimli eserlerini, Albrecht Dürer’in “Dört Havari” adlı eserini, Matthias Grünewald’ın “Aziz Erasmus ve Aziz Mautritius’ın Karşılaşması” eserini, Tiziano’nun 1507 yılında 90 yaşındayken yaptığı “Dikenli Taçlı İsa” adlı eseri, Leonardo da Vinci’nin 1473’te yapmış olduğu “Madonna ve Çocuk İsa” adlı eserlerini görüyorum.

Bugün gezmemiz gereken müze çok fazla o nedenle vakit kaybetmeden Neue Pinakothek’a geçiyoruz. Canletto,Guardi,Goya ve Turner’ın başyapıtlarından oluşan koleksiyonu, Fransız Devrimi’nin yarattığı sanatsal etkiyle yapılmış “Portrat der Marquise de Sorc de Thelusson” isimli eseri,Gustav Klimt ve Max Klinger’ın çalışmalarını hayranlıkla izliyorum.

Pinotek der Moderne’e geçiyoruz hemen. 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkan öncü sanat akımlarının örneklerinden çağdaş sanat eserlerine kadar birçok resim, heykel ve enstalasyonla birlikte Salvador Dali, Picasso ve Marx Ernst gibi dehaların eserlerini, harika tasarımları, mimari çizimleri görerek müzeden ayrılıyoruz.

Marienplatz Meydanına geçiyoruz. Burasının Türkçe adı Meryem Ana Meydanı. Meydanda Meryem Ana Sütunu dikkatimizi çekiyor. Bu sütunun I. Maximilian’ın kentin vebadan kurtuluşuna şükretmek amacıyla diktirdiği bir sütun olduğunu, Meryem Ana sütununun alt kısmında bulunan aslan, ejderha ve yılan figürlerinin kahraman meleklerin alt ettiği veba, açlık ve savaşı simgelediklerini, üst kısımda ise kenti koruduğuna inanılan ihtişamlı Meryem Ana’nın bulunduğunu öğreniyorum.

Meydanda bulunan ve adının Fischbrunnen Anıtı olduğunu öğrendiğimiz bir anıtın altındaki havuz dikkatimizi çekiyor. Eskiden kasaplıkta çıraklıktan ustalığa geçenlerin usta oluşlarını kutlamak için bu havuza atladıklarını,bu geleneğin Oktoberfest katılımcıları ve fanatik futbol taraftarları tarafından sürdürüldüğü öğreniyorum.

Marienplatz’da eski belediye sarayı önündeyiz. Burasının orijinal ismi Altes Rathaus. Yapının zarif kubbeleri, renkli çan kulesi var. Altes Rathaus’un aydınlatmasının geceleri Marien Meydanı’nı aydınlattığına tanık oluyoruz.

Az zamanda çok yerler gezdik. Artık dinlenme vakti. Sabah Amsterdam’dan başladığımız yolculuğumuzun son günü. Ama son günümüzde oldukça yoğun geçecek. Dachau Toplama Kampını gezeceğiz.

Sabah kahvaltı sonrası Dachau Toplama Kampına doğru yola çıkıyoruz. Munih’e 16 km mesafede bulunan Dachau kendine giderken Almanya’nın bir çok yerinde toplama kampı görmem nedeniyle sessizdim. Zira tüm toplama kampları ziyaretim sonrası büyük üzüntü kaplamıştı yüreğimi.

Arbeit Macht Frei (Calışma Özgürleştirir) yazısını okuyarak kampa giriyorum ve her noktada ölümü ve toplama kampına getirilenlerin uğradığı zulumü düşünüyorum.

Elimdeki notlardan başlıyorum okumaya ve okuduklarımdan;

1933 yılında Almanya'da Nazilerin iktidar olmasıyla birlikte, toplumun Nazi olmayan tüm kesimleri için gerçek bir karabasanın başladığını,Yahudiler, Romanlar, Sintiler ve diğer "Ari" olmayan halkların soykırıma tabi tutulduğunu,

Milyonlarca Yahudinin toplama kamplarına kapatıldığını,üzerlerinde deneyler yapıldığını, gaz odalarında katlediklerini,

Dachau Toplama Kampı tutsaklarının 29 Nisan 1945'te Amerikan birliklerince kurtarıldığını,

Dachau Toplama Kampının nasyonal sosyalistlerin 1943'te iktidarı almalarından sonra SS ve Gestapo Şefi Heinrich Himmler tarafından kurulan ilk toplama kampı olduğunu,

Farklı siyasi görüşlere sahip yeni rejim için tehlike arz edebilecek herkesin bu kampta toplumdan yalıtıldıklarını,

Dachau Toplama Kampının aslında 9000 kişi kapasiteli olarak tasarlandığını, kampa gönderilen insan sayısının fazlalığı nedeniyle ana kamp binasına sık sık yeni ilaveler yapıldığını,

1941'den sonra Nazilerin Yahudi inancından insanları, Sintileri, Romanları Dachau Toplama Kampına göndermeye başladıklarını,

1935 yılında Dachau'da 35.000 tutsak, kamp civarındaki yapılarda da 35.000 tutsak olmak üzere toplam 70.000 tutsağın bulunduğunu,

Odalarda tutsakların her biri 75 kişi kapasiteli, üçer katlı ranzalarda kaldıklarını, bazen bir odada 350 kişinin bile kaldığını,

Kampta yer darlığı,yetersiz beslenme ve kötü tıbbî bakım nedeniyle salgın hastalıkların baş gösterdiğini,tifüsten günde 150 tutsağın öldüğünü,

1933 ile 1945 yılları arasında Dachau Toplama Kampı'nda yaklaşık 200.000 kişinin yaşadığını, bunların 35.000 kadarının silahla vurularak,güçsüz bırakılmak veya tedavi edilmemek suretiyle öldürüldüğünü,

Okuyorum.

Kampın her bölümü ayrı bir hüzün duymamıza neden oluyor. Nazilerin bundan 65 yıl önce yaptığı katliamı yaşamak esasında bir travma nedeni zira o anları hayalinizde canlandırmak bile çok kötü bir duygu.Tur bitiyor ve otobüsümüz Münih Havalimanına doğru hareket ediyor.

Bir gezinin daha sonuna geldik. Hollanda-Almanya Sanat turumuzu tamamladık. Yorgun ama mutluyuz. Dönüş uçağında bile enerjimiz var. Şimdiden bir sonraki gezimizi planlamaya başladık bile...

22 Mayıs 2012 Salı

DRESTEN....

BOMBALARINIZLA İNSANLARI ÖLDÜREBİLİRSİZ, BİNALARI YIKABİLİRSİNİZ, HATTA TAŞ ÜZERİNDE TAŞ BIRAKMAYABİLİRSİNİZ  AMA SANATI ASLA YOK EDEMEZSİNİZ.

Hans Christian Andersen “Gezmek Yaşamaktır” demiş.

Seyahatimizin 6. günündeyiz. Geziyoruz. Yaşıyoruz. Yaşasın hayat diye haykırmak istiyoruz. Postdam gezimizin ardından yeniden yollardayız. 160 kilometre sonra Dresten’e varıyoruz. Almanya'nın bu eşsiz şehri Dresden’e daha önce her Prag seyahatimde günü birlik gelmiştim. Ancak ilk kez konaklayacağım. Kuzeyin Floransa'sı Dresden bizim gibi sanat gezileri yapanlar için çok önemli bir şehir. Bu şehirde nereye gidersek gidelim güzel sanatlarla karşılaşacağız.

Dresten’e Elbe nehrinin kenarında olması nedeniyle haklı olarak Elbe'nin Floransa'sı da denildiğini gruba aktarıyorum. Dresten’in İtalya'nın ünlü metropolü Floransa gibi çok sayıda dünya çapında sanat eseri koleksiyonlarını barındırması ve bizlerin bunları görecek olmamız hepimizi heyecanlandırıyor.

Dresten’in II. Dünya Savaşının son günleri olan 13-14 Şubat günü bütün savaş boyunca açık şehir olmasına ve bir tek saldırı almamasına rağmen savaşın sona ermesi ve Almanya'nın teslim olması için müttefik devletlerin bir taktiği olarak bombalandığını, Almanların hiçbir zaman bunu gündeme getirmediklerini, her sene Hollywood’da Hitler Almanya’sı aleyhine film çevrilmesine rağmen Dresden’de öldürülen Alman sivillerin hatırlatılmadığını, Amerikan ve İngiliz Kraliyet kuvvetlerine bağlı uçaklar tarafından her türlü bombanın denendiği şehrin adeta kül haline getirildiğini ve bombardımanda yaklaşık 135 bin kişinin öldüğünü, bu rakamın Japonya'ya atılan atom bombasının neden olduğu ölüm sayısının yaklaşık iki katı olduğunu öğreniyorum.

Dresten işte bu nedenle hüzünlü bir şehir. Diğer taraftan Dresten tam anlamıyla sanat şehri. Özellikle şehrin eski kısmı tamamen sanatla iç içe. Her yerde müze var. Binalar ve köprüler çok görkemli.

Elbe Nehri kenarında yürümekle işe başlıyorum. Bir önceki gelişimde dünyanın en eski teleferiğine binerek bu güzel şehri yukarıdan seyretmek mutluluğuna erişmiştim. Ama bu sefer böyle bir şansım yok.(Meraklısına Not: 547 metre uzunluğundadır ve 1895 yılından bu yana Loscwitz ve Weiber Hirsch arasında faaliyettedir.Araç 95 metre yüksekliğe kadar çıkmaktadır. 2 yolcu kabini bulunmakta olup, her kabin, 256 metre uzunluğunda bir ray üzerinde, kablolarla gidip gelmektedirler. Bu yolculuk sadece 5 dakika sürmektedir.)

Zwinger Sarayına gidiyoruz.Saray barok tarzda muhteşem bir yapı ve içerisinde birkaç sanat müzesi var. Gemaldegalerie Alte Meister Resim Müzesi içerisinde 15 ve 18. y.y eserleri bulunuyor. Raffael’in "Sixtinische Madonna" sı da burada. Ama salonu daha sonra gezeceğiz. Tabloda bulunan meleklerin Dresten’in simgesi olduğunu öğreniyorum.

Saray çıkışı ünlü Augustuss Sokağında yürürken 102 metre uzunluğundaki bir duvar resmi ilgimizi çekiyor. Bu resmin Fürtenzung olarak anıldığı ifade ediliyor.

Dresten sokaklarına dalıp kaybolmayı deniyoruz. Kısa süre sonra Dresten’de kaybolmanın mümkün olmadığını fark ediyoruz. Birden restoranların çok fazla olduğu sokağa giriyoruz.Burası Münzgasse. Dresten’liler özellikle caz müziği sevenlerin Dresten’e ve özellikle bu sokağa her sene 12-15 Mayıs tarihleri arasında gelmesini tavsiye ediyorlar. Dresten’de; 56 galeri, 44 müze ve 36 tiyatro bulunduğunu öğreniyorum. Öğrenince de şehrin nüfusunun ne olduğunu soruyorum. 2009 yılı sayımına göre 517 bin olduğu cevabını alıyorum.

Marien Platz meydanında barok mimarinin en güzel örneklerinden olan Frauen Kirche Protestan Kilisesinin önündeyiz. 13-14 Şubat 1945 tarihinde bombardıman sürerken şehirde yaşayan 400 kişinin bu kiliseye sığındığını, yapının bombardımana dayanamayarak çöktüğünü, savaşın unutulmaması için bombalanan yapıya dokunulmadığını, iki Almanya’nın birleşmesinden sonra kilisenin enkazı altından çıkan orijinal taşların aynen yerlerine konularak onarıldığını öğreniyorum. Binanın muhteşem yapısı hepimizi etkiliyor.

Orijinal adıyla Zwinger halk arasında ise Dresden Sarayı olarak bilinen saraya bir kez daha gidiyoruz. arayda bulunan Müzede yer alan “Old Masters” resim galerisini geziyoruz.

Bu galerinin Eski Ustalar Galerisi olması nedeniyle mutlaka görülmesi gereken bir galeri olduğunu bilmemiz sebebiyle “Sistine Madonna” ve “Tribute Money” isimli tabloları görmenin mutluluğu içerisinde salondan çıkıyoruz.

Kunsthalle Sanatlar Akademisi şehrin Güzel Sanatlar Fakültesi ve binası oldukça etkileyici.Burada da bir sergi olduğunu öğreniyoruz ve sergiyi geziyoruz.  Sırada Modern Sanat Müzesi Albertinum var. Şanslıyız zira yenilenmiş. 19.yüzyıldan günümüze doyumsuz eserleri izliyoruz.

Şehir müzeyle dolu olunca vakit kaybetmememiz gerekiyor. Hemen Galerie Neue Meister New Master Galerisine gidiyoruz. Burası Albertinum’un üst katındaki odalarda bulunuyor. 19’ncu yüzyıldan günümüze kadar olan döneme ait yaklaşık 300 resim var. Vincent Van Gogh, Claude Monet, Edgar Degas’ın eserleri görüyoruz.

Artık yorulduk ama Semper Sinagog’unu görmemiz gerekiyor. Burası 2003 yılında Avrupa Birliği Çağdaş Mimarlık Ödülü için aday olmuş bir bina.Pek ilgimi çekmiyor.

Otele dönme vakti. Yarın Münih’e doğru yola çıkacağız. Otel yolunda defterime bir şeyler yazıyorum.

BOMBALARINIZLA İNSANLARI ÖLDÜREBİLİRSİZ, BİNALARI YIKABİLİRSİNİZ, HATTA TAŞ ÜZERİNDE TAŞ BIRAKMAYABİLİRSİNİZ AMA SANATI ASLA YOK EDEMEZSİNİZ.


18 Mayıs 2012 Cuma

BERLİN VE POSTDAM

Berlin’e gece ulaşıyoruz. Hepimiz çok yorgunuz. Kolay değil elbette sabahın erken saatlerinden itibaren koşturuyoruz. Hem de ne koşturuyoruz. Önce Hamburg’ta sonra Lübeck’te keşifler yaptık. Ardından 4 saat yol yaparak Berlin’e geldik.Artık güzel bir uykuyu hak ettiğimizi düşünüyorum. Üstelik yarın yine çok yoğun bir gün olacak. Bilenler bilir bizim gezilerde hiç boşa geçirilecek zamanımız yoktur.

Sabah erkenden kalkıyoruz ve Leonardo Hotelin güzel kahvaltısıyla buluşuyoruz. Leonardo Hotel Grubu Almanya seyahatlerimde sürekli tercih ettiğim bir mekan.Otellerinin hem mimarisi hem de personeli çok iyi.

Kahvaltı sonrası panoramik şehir turu için otobüslerimize biniyoruz. Bugün Batı Berlin'de Zoo İstasyonu, Kurfürstendamm, Tiergarten, Reichstag, Checkpoint Charlie, Bradenburg Kapısı, Postdamer Platz, Gemaldegalerie, Neue Nationalgalerie, Berlin Filarmoni Orkestrası, Kreuzberg, Schöneberg, Charlottenburg, Berlin Olimpiyat Stadyumunu, Doğu Berlin'de ise Unterden Linden,Museuminsel(Bergama Müzesi ve diğer müzeler),Alexanderplatz, Nikolaiviertel, Prenzlauer Berg, Gendermenmarkt, Karl Marx Allee’yi göreceğiz.

Şehir turunun ardından ise müze ziyaretlerimiz başlayacak.

Sayısız kez Berlin’e gelmeme karşın bu şehir benim doyamadığım bir şehirdir. Branderburg Kapısıyla başlıyoruz gezimize.Burasının hüznü ifade ettiğini düşünmüşümdür hep.Her seferinde aynı topraklarda doğmuş,büyümüş,ağlamış,gülmüş halkın ikiye bölünüşünü ve yıllarca birbirine düşman edilişinin nedenlerini sorarım kendime ama cevabını bulamam. Düşünürüm bir kentin doğu yakası ve batı yakası olarak bölünüşünü. 1949 yılından 1989 yılına kadar Berlin Doğu Berlin ve Batı Berlin olarak ikiye ayrılmış ve iki şehir birbirinden duvarla ayrılmıştı. Hepimiz biliyoruz bu duvara “Utanç Duvarı” denildiğini.

Doğu Almanya ve Batı Almanya’nın birleşmeye karar vermesi üzerine 1989 yılının Kasım ayında utanç duvarı yıkıldı. Şu anda Berlin'in doğu tarafı tam bir şantiye görünümünde. Şehrin bu bölümünde restorasyon sürüyor. Kent Spree Nehriyle ikiye ayrılıyor. Branderburg Kapısının önü ve arkası turist dolu. Kenarda oturup Ekim ayının son günlerinin güneşinin keyfini çıkarıyorum. Bir yandan da okuyorum.

Okuduklarımdan;

Berlin’in 800 yıllık geçmişi olan genç bir kent olmasına karşın eşsiz bir tarihi olduğunu,

Çok eskilerde şehrin ortasından akan Spree Nehrinin iki kıyısında Cölln ve Berlin adlı iki balıkçı köyü olduğunu,

İki kurucu şehir Cölln ve Berlin’in 1307 yılında birleşerek krallık haline geldiğini ve 1701 yılında Prusya Kralı Friedrich III. tacını takmasının ardından Berlin’in Krallığın başkenti olduğunu,

Friedrich II (1740-1786) döneminde Berlin'deki mimari alandaki yeniliklerin başladığını, takip eden yüzyılda şehrin bugünkü çehresini oluşturan Knobelsdorff ve Schinkel'in klasik eserlerinin kente damgasını vurduğunu,

Ancak, Prusya'nın güçlenmesi sürecinde Kuzey Almanya, sonra Avrupa'nn bir siyasi, iktisadi ve kültürel merkezi olduğunu, 1871 yılında Alman İmparatorluğu'na bağlandığını,

1920'li senelerde Berlin’in kültür hayatı,tiyatro gösterilerindeki yenilikler,muhteşem film gösterimleri, eşsiz gece hayatı ile parladığını ve bu dönem "Altın 20'ler" olarak adlandırıldığını,

1933 yılında Hitler'in iktidara gelmesiyle birlikte Yahudi,komünist,eşcinsel ve muhalif görüşlülerin yanı sıra birçok gruba karşı baskı ve takibat başladığını,

Nazi diktatörlüğü terörünün ve 2. Dünya Savaşı'nın bitiminin ardından şehrin bir enkaz haline geldiğini,

13.08.1961 yılında kenti ve halkı ikiye bölen Berlin Duvarının yapımına başlandığını,

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ikiye bölünen kentin imparatorluk merkezi olan Mitte'nin doğuda kaldığını,

Berlin'i inşa eden mimar Karl Friederich Schinkel'in tasarladığı binaların,büyükelçiliklerin, saraylar ve müzelerin de Doğu Berlin’de kaldığını,

Türkiye'den çalınan Bergama Sunağının sergilendiği dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Bergama Müzesi, Cölln ile Berlin'i birleştiren anlaşmanın yapıldığı St. Nicholas Kilisesinin de Doğu Berlin'de kaldığını,

Berlin’i ikiye bölen Utanç Duvarının Almanya’nın birleşmesinin ardından 09.11.1989 yılında yıkıldığını,

Berlin tekrar birleştiğinde Berlin’in iki parlamento binası, iki büyük üniversite, iki büyük havaalanı,iki kent merkezi ve iki Mısır Müzesi olduğunu,

Berlin’de şu anda dört havaalanı bulunduğunu,

Berlin Film Festivali ile senede bir kere tüm sinema dünyasının gözlerinin bu şehre çevrildiğini,

12 bölgeden oluşan başkent Berlin’in aynı zamanda Türklerin Türkiye dışında yerleştikleri en büyük şehir olduğunu,

Öğreniyorum.

Hava serinliyor.Biraz önce çıkardığım montumu tekrar giyiyorum.

Berlin adeta bir açık hava müzesi. Eski ve yeni döneme ait ilginç mimari örneklerini barındırıyor.Mimarlık eğitimi almadım ama içimden keşke Türkiye’de mimarlık okuyan her öğrenci bu şehri görse diye geçiyor. Potsdamer Platz’daki yüksek yapılar, Kollhoff-Gökdeleni,Daimler Chrysler Areal,muhteşem çatılı Sony-Kompleksini her zamanki gibi hayranlık ve birazda kıskançlıkla izliyorum.

Berlin yönetiminin şeffaflığını simgeleyen Cam Kubbeli Meclis binasını görüyoruz şimdi. Berlin’de her yerde ayı heykelleri ve sembolleri var. Bunun nedeninin şehrin simgesinin ayı olmasından kaynaklandığını öğreniyorum.

Daha önce de belirttiğim gibi Spree Nehri Berlin’i ikiye bölüyor. Bu nehrin üzerinde oluşan ve Müzeler Adası denilen bölgedeyiz şimdi. Dünyaca ünlü ve Bergamalıların Galatlıları yenmesi üzerine M.Ö 197-159 yılları arasında yapılan ve 1871 yılında Alman Mühendis Karl Humann tarafından bulunarak altı yıl içinde parça parça sandıklar içinde Berlin’e kaçırılan ünlü Bergama Sunağını göreceğimiz Pergammon Müzesine giriyoruz. Pergamonaltar ve Babylon'un Şehir Kapısı hepimizi çok etkiliyor.

Berlin müzelerindeki en paha biçilmez eserlerden bir tanesi yeni yerleşim yeri Neues Museum olan Nefertiti'nin Büstünü(Büste der Nofretete), Tiergarten'daki Kültür Forumu (Kulturforum),Resim Galerisi(Gemälde Galerie) ve Yeni Ulusal Galeri'nin (Neuen Nationalgalerie) içinde klasik ve modern sanatın büyüleyici eserlerini görme mutluluğu içerisindeyiz şu anda.

Çağdaş sanata ait bir çok eseri ile Hamburg İstasyonu (Hamburger Bahnhof) sanki modern bir sergi salonu gibi. Beni en çok etkileyen müzelerden bir tanesi de Marlene Dietrich'in mirasının sergilendiği Potsdamer Platz'daki Film Müzesi oldu. Nefes kesici mimarisi ile Yahudi Müzesinin de (Jüdische Museum) eşsiz olduğunu paylaşmak isterim sizlerle.

Görkemli Charlottenburg Sarayı ( Schloss Charlottenburg) barok yapı sanatının en canlı örnekleriyle bizleri kendine hayran bırakırken,Berlin’in tam ortasında yer alan Tiergarten, Cumhurbaşkanlığına ev sahipliği yapan Schloss Belluvue, Alexander Platz, Kurfurstendam,Friedrichstrasse Strasse ve Unter den Linden'i geziyoruz.

Orijinal adıyla Berliner Fernsehturm yani Berlin Televizyon Kulesinin karşısında otururken bugün Berlin’de dolaştığım yerleri not almaya devam ediyorum.

Yoruluyorum ve not almaya devam ediyorum. İşte bugün Berlin’de gezdiğim yerler nerelermiş beraber bakalım.

Fernsehturm yani Berlin Televizyon Kulesi,

Bergama Arkeoloji Müzesi,

Yahudi Soykırım Anıtı,

Guggenheim Berlin,

Eski Ulusal Müze(Sanat Müzesi),

Bodemuseum,

Bellevue Sarayı,

Zafer Sütunu,

Anıt Kilise,

Yahudi Müzesi,

Brandenburg Kapısı,

İmparatorluk Binası (Federal Meclis),

Jandarmalar Meydanı ,

Checkpoint Charlie Müzesi,

Berlin Katedrali,

Barış Anıtı,

Holocaust Anıtı,

KaDeWe(Kaufhaus des Westens)(Alışveriş Merkezi)

Charlotenburg Sarayı,

Belediye Sarayı,

Başbakanlık,

Berlin’in en büyük parkı ve mesire yeri olan Tiergarten,

Berlin Duvarı,

Grup yavaş yavaş toplanıyor.Yarın sabah ilk önce Postdam’a daha sonra Dresten’e gideceğiz. Elbette Berlin’e sanatsal anlamda gezmek için tekrar gelmek gerekiyor. En kısa sürede grubumuzun Berlin’e geleceğini de biliyorum.

Otele dönüyoruz.

Sabah erkenden otelden ayrılıyoruz. Yarım saatte Postdam’a ulaşıyoruz. Burası Brandenburg eyaletinin başkenti.Postdam 20 yi aşan göl ve nehir bulunması nedeniyle Berlin’lilerin sayfiye yeri olmuş adeta.

Şehir Prusya Kralı II. Friedrich'in Goethe, Bach, Voltaire'i ağırladığı, flüt resitalleri verdiği Sıkıntısız Sarayı ve KGB'nin Avrupa üssü olması nedeniyle meşhur olmuş.

Berlin'deki Brandenburg Kapısı benzeriyle üstelik aynı adla Postdam’da karşımıza çıkıyor. Bu kapının Berlin’dekinden 15 yıl daha eski olduğunu öğreniyorum. Kapının bulunduğu caddede çok gösterişli yapılar var ve hepsi barok tarzında.

Karşıma birden cami çıkıyor. Çok zarif bir yapı.Ama buranın cami olmadığını,buhar motoruyla nehirden çektiği suyu Sanssoucci Sarayına pompalayan istasyon olduğunu öğreniyorum. Minare görünümlü kulenin pompa istasyonun bacası olduğu, Kralın saray çevresinde fabrika görünümlü yapı istemediği için mimarının 1001 Gece Masallarından esinlenerek cami tasarımında pompa istasyonu kurduğu ve yapının artık müze olduğu söyleniyor.

Şehrin her tarafında restorasyon çalışmaları var. Birden aklıma Stalin, Churchill, Trumann 3 lüsünün dünyayı paylaştıkları Postdam Konferansının bu şehirde yapıldığı geliyor. Hemen Postdam Konferansının yapıldığı saraya doğru yol alıyoruz.Yürürken Truman’ın Hiroşima'ya atom bombası emrini de bu şehirde hatta bu saraydan verdiğini hatırlıyorum.

Alman halkı ülke olarak en çok Kral II. Friedrich’i sevmiş. Kralın Sıkıntısız Sarayı'na doğru giderken Prusya Versay'ı olarak ünlenen yapının Friedrich için adeta bir tapınak olduğunu, kralın zamanının çoğunu burada geçirdiğini,Bach, Voltaire ve Goethe'yi bu sarayda ağırladığını,sarayın bağlarla, ve meyve ağaçlarıyla dolu olduğunu,Almanların ve Avrupanın tanımadığı patatesinde kral tarafından keşfedildiğini (Meraklısına Not:Kral patatesi sarayın bahçesinde yetiştirir. Fakat kendisi dahil tüm halk yaprakları ve sapı olmadığından patatesi yararlı bir sebze olarak görmezler. Yararsız olduklarını düşündükleri için ateşe atarlar. İçlerinden birisi ateşte pişen patatestin güzel kokusundan etkilenip ateşten alır ve yemeye başlar. İşte o gün bugündür patates Almanların en sevdiği sebzedir), Almanların Kralın sarayın içinde bulunan mezarını patatesle ziyaret ettiklerini öğreniyorum.

Postdam’da Yasak Şehir olarak anılan bir bölge var. Burası Yeni Sarayın yakınlarında bir bölge ve Potsdam Konferansı'ndan sonra S.S.C.B bu bölgede bulunan 103 binayı KGB'ye tahsis etmiş, Soğuk Savaş döneminde istihbaratın tümü bu merkezde toplanmış ve gereği için Moskova’ya iletilmiş. Bölgede eski rahibe okulundan bozma yapı, uzun yıllar Almanların sorgulandığı merkez ve Batı'yla ilişki kuranların tutulduğu hapishane olarak kullanılan yerleri görüyorum. Rusya Başkanı Putin’in KGB yöneticisi iken şehrin adeta tek otoritesi olduğunu öğreniyorum.

Buluşma vaktine kadar vakit var. Oturup etrafımı gözlemliyorum.Bir yandan da notlarıma bakıyorum. Postdam’da gördüğüm yerlere Sanssouci Sarayı, Dikiitaş, Brandenburg Kapısı, Nikolai Kiliisesi, Tarihi değirmen Ende, Rus kolonisi Aexandrowka, Fransız Kiliesesi, St. Peter und Paul Kilisesini yazıyorum.

Otobüsümüz geliyor. Yaklaşık 160 kilometre yol gideceğiz.

Dresten’de görüşmek üzere….

17 Mayıs 2012 Perşembe

LUBECK (BADEM EZMESİ SEVENLERİN ŞEHRİ)

Hamburg’tan Berlin’e doğru yola çıkıyoruz. Berlin'e gitmeden önce Lubeck Turumuz var. Lubeck Hamburg'a 60 kilometre mesafede. Yola çıktıktan yarım saat sonra Lubeck’e varıyoruz. Bu kent Almanya'nın Baltık denizi kıyısındaki en büyük limanına sahip olması nedeniyle çok önemli. Ayrıca Unesco Dünya Mirası Koruma Listesinde olan bir kent.

Her tarafı buram buram tarih kokan Lubeck'i anlattıktan sonra sizlerde de büyük hayranlık uyandıracağından eminim.

Lubeck’e iner inmez şehir turumuza başladık. Lübeck merkeze indiğimizde Holsten Kapısıissetmemi' nın görkemi karşıladı bizleri. Bir an kendimi ortaçağda hissetmeme neden olan kapının gerçekten ortaçağdan kalma bir kalıntı olduğunu öğreniyorum.Kapının önündeki parktaki çiçeklerin güzelliğinin de beni etkilediğini söylemek isterim.

Kapıdan içeriye girdiğimde Gotik Mimaride olan Meryem Ana Kilisesini(Marienkirche) görüyorum. Biraz daha ilerideki meydanda yapımına 1173'te III. Heinrich döneminde başlanan romanesk katedral ile gotik ve Rönesans üsluplarının karışımı bir üslupta inşa edilen görkemli Belediye Binası (Rathaus) herkes gibi bende de büyük bir hayranlık bırakan yerler oluyor. Buraların tümünün orta çağdan kalan eserler olduğunu,Kuleli Kale Kapısının(Burgtor) 1444 yılında,Holsten Kapısısının (Holstentor) 1477 senesinde yapıldığını öğreniyorum.

Her yerde turistlik eşya satan tezgâhlar var. Kukla Müzesi gözüme çarpıyor. Orijinal adı Theater Figuren Musem’un sahibinin Alman eşinin ise Hintli olduğunu, yaklaşık 40 yıl boyunca kukla yaptıktan sonra koleksiyonlarını müzeye dönüştürme kararı aldıklarını öğrenerek müzeden içeriye giriyorum. Müzede dünyanın birçok bölgesinden topladıkları değişik kukla ve broşürler bulunuyor. Hacivat ve Karagöz dahil sayısız kuklayı gördükten sonra müzeden dışarıya çıkyorum.

Sıra dünyaca ünlü Lubeck Badem Ezmesi ve Şekerlemesi almaya geldi. Alışveriş sonrası buluşma yerine doğru ilerliyorum.

Şehir adeta bir ada ve 3 köprüden şehre bağlantı var. Bunun ortaçağda düşmandan korunmak için yapıldığını öğreniyorum.

Otobüse biniyoruz. Berlin’e gitmek üzere yolumuza devam ediyoruz. Yolumuz uzun. Yaklaşık 290 km sonra Avrupa'nın en fazla kültür barındıran kenti Berlin'e varacağız.

Berlin’de görüşmek üzere….



BİR ALMAN DERGİSİNE GÖRE HAMBURG TÜRK'TÜR...

Bremen sonrası Hamburg’a ulaşır ulaşmaz otele giriyoruz.Ama hemen otelden çıkıp şehri keşfe başlıyoruz. Hamburg’ta vaktimiz oldukça az yarın geç saatlerde Hamburg’tan Berlin’e hareket edeceğiz.Otelimiz Bill Stedter’de Hotel Panorama Bill Stend. Metro İstasyonun çok yakınında. Metroya binerek Hamburg ana tren istasyonu “Hauptbahnhoff” önünde iniyoruz. Burası 1906 yılında hizmete açılan ve günde ortalama 500 bin yolcunun kullandığı bir tren istasyonu. Tren İstasyonun hemen önündeki caddeye giriyoruz.Burası Mönckebergstrabe. Her yerde döner ve kebapçılar var. Karnı acıkanlar ve döner kebap özleyenler girip karınlarını doyuruyorlar.Ekim ayı olmasına karşın hava çok soğuk. Aslında güneşin yüzünü hiç göstermediği bir kent burası.Sürekli yağış var. Üşüyenlerden seslerin yükselmesi üzerine otele dönmeye karar veriyoruz. Dönüşte otelin hemen karşısında bulunan Türk Lokantasında mercimek çorbası içip dinlenmek için gruptan ayrılıyorum.

Almanya otellerindeki kahvaltıyı hep sevmişimdir.Otelimizin kahvaltısını da çok seviyorum. Şehir turumuz Avrupa'nın dünyaya açılan kapısı meşhur Hafen City Limanıyla başlıyor.

Hamburg limanı bölgesinde en büyük şehir planlaması çalışmasının sürdüğünü görüyorum.Her yerde parklar,yaşam alanları ve heykeller var. Projenin tamamlanmasının 2025 olduğunu öğreniyorum.Şehrin tam merkezinde iki büyük iç göl olan Binnen ve Aussenalster Göllerini görüyoruz. Burada bulunan tüm binaların dış cephe boyalarının beyaz, çatılarının bakır kaplı olduğunu fark ediyorum(Daha sonra bunun bir zorunluluk olduğunu okuyorum). Burası bir buluşma merkezi adeta.Etrafta yürüyüş veya koşu yapan Hamburg’lular çoğunlukta.Gölde ise hava şartları nedeniyle az da olsa sandalla dolaşanlar olduğunu gözlemliyorum.

Yürüyerek Alters Gölüne ulaşıyoruz. Burada yol ikiye ayrılıyor ama biz iki yolun ortasındaki yoldan yürüyoruz.Köprüden geçerek Jungfernstieg sokağına ulaşıyoruz. Sokağın Almanya'nın ilk asfalt sokağı olduğunu duyuyorum.Tecrübelerim burasının dünyanın en güzel alışveriş caddelerinden birisi olduğunu fark etmeme neden oluyor.

Bu caddede sadece Almanya’nın değil Avrupanın en güzel restoranı olan “Alster-Pavilion” ve 1799 yılından bu yana faaliyette bulunan “Cafe Alex” in önünden geçiyoruz. Alster iskelesinde teknelerin müşteri beklediklerini görüyorum ama hava çok soğuk.İçimden tekneye binersek hepimizin hasta olacağını düşünüyorum.

Gezgin için şehri keşfetmenin en güzel yolunun yürümek hatta kaybolarak yürümek olduğunu her zaman söylerim. Yürüyerek Rathaus Kulesinin olduğu meydana ulaşıyoruz. Burası aynı zamanda Belediye Binasının bulunduğu meydan. Belediye binası oldukça etkileyici. 1897 yılında yanmış. Mimar Martin Haller tarafından 11 senede yeniden eskisine uygun hale getirilmiş. Binada Belediye, Senato ve Hamburg Parlamentosunun bulunduğunu, binada 647 oda olduğunu (Meraklısına Not: İngiltere-Buckingam Sarayında 653 oda bulunmaktadır) öğreniyorum.

Buradan da yürüyerek St Nicolas Kilisesine ulaşıyoruz. Kilise dediğime bakmayın burası harabe şeklinde bir yere dönüşmüş adeta. Zamanında şehrin en önemli 5 kilisesinden biri olan kilise II.Dünya savaşında bombalanmış. Burasının öneminin yapıldığı tarih olan 1874 yılında dünyanın en yüksek binası olmasından kaynaklandığını öğreniyorum. Kilisenin halen Hamburg’un en yüksek ikinci binası olduğunu da bilgi dağarcığıma kayıt ediyorum.2 blok ötede bir başka kilise olduğunu fark ediyorum. St. Catherine Kilisesinin şehrin en iyi korunmuş en eski yapısı olduğunu ve denizcilerin kilisesi olarak önem taşıdığını öğreniyorum.

Nehir kıyısından keşfe devam ediyoruz.Karşımıza bir köprü çıkıyor.Çelik konstriksüyonlu köprünün girişindeki heykel hepimizin dikkatini çekiyor. Köprüyü geçer geçmez karşımıza Hamburg Kunsthalle(Sanat Müzesi) çıkıyor. Müze binasından etkilememek mümkün değil. Bu binanın Mimar Fritz Schumacher tarafından İtalyan Rönesans tarzında yapıldığını ve şu an için bu müzenin Almanya’nın en büyük sanat müzesi olduğunu öğreniyorum.Müzeyi gezmeye başlıyoruz. Müzede Rembrant’ın sayıca oldukça fazla eserini görme şansına erişiyoruz.

Müze çıkışı Balık Pazarı, Hamburg Tren Terminali,Amsterdam'daki Red Light District in benzeri olan Reeperbahn Caddesini geziyoruz. Hamburg içerisinden çok fazla nehir aktığından dolayı şehirde Amsterdam veya Venedik gibi çok sayıda irili ufaklı köprü olduğunu fark ediyorum.

Gezimiz boyunca çok sayıda Türk vatandaşımızla karşılaşıyoruz. Şehirde 180 farklı ülkeden göçmen bulunduğunu, göçmen sayısında Türklerin 1. Sırada bulunduğunu,

Türkleri Polonya,Rusya,Afganistan,Pakistan vatandaşlarının izlediğini, Altona semtinin tamamen Türklerden oluştuğunu,Hamburg’ta yaşayan 65 bin Türk vatandaşının bu semte Altınova dediğini öğreniyorum.

Bir Alman Dergisinin araştırma sonucuna göre Hamburg St. Paul'idir,gece yaşayan Almanya’dır,denizdir,sekstir, alkoldür,punktur,gaydir.

YİNE AYNI ALMAN DERGİSİNE GÖRE HAMBURG TÜRK'TÜR

Buluşma saati geldi. Otobüslerimize biniyoruz. Önce Lubeck’e ardından Berlin’e gideceğiz.

Lübeck’te görüşmek üzere…

EŞEK ÜSTÜNDE KÖPEK,ONUN ÜSTÜNDE KEDİ,ONUN ÜSTÜNDE DE HOROZ OLAN BREMEN MIZIKACILARININ KENTİ ...

Sabah kahvaltısının ardından erkenden otelden ayrılarak Hamburg’a doğru hareket ediyoruz. Yolumuz üzerinde Bremen’e uğrayacağız. Hepimiz okuduk Grimm Kardeşler (Jacob Grimm-Wilhelm Grimm)'in yazdığı masallardan birisi olan Bremen Mızıkacılarını.

İsterseniz anımsamayanlar için anımsatayım bu güzel masalı. Sahiplerinin kendilerine olan kötü tutumundan dolayı evden kaçan bir eşek, bir köpek, bir kedi ve bir horozun Bremen'e gidip orada müzisyenlik yapma düşleri masalın ana temasıdır. Kafadarlar yola çıkarak iyi arkadaş olurlar. Bir kız ve annenin evine giren hırsızlar girdiği bir evin önünde dururken bir canavar silüetini andırmaları (eşek üstünde köpek, onun üstünde kedi, onun üstünde de horoz) ve hepsinin bağırması sonucu ortaya çıkan kakafoni hırsızları korkutur. Bu canavar silüetinden korkan hırsızlar bir daha asla geri dönmezler. Dört kafadarda bu evde yaşarlar.

İşte bu 4 kafadarın Bremen’in de dolaşacağız bugün.

Bremen’de otobüsten iner inmez dolambaçlı parke sokaklar karşıladı bizleri. Dolambaçlı parke sokaklarda, sivri çatıları ve kafesi pencereleriyle 500 yıllık tuğla evler, yeni antrepler ve işyerlerinin yan yana olduğunu fark ettim hemen.

Bremen kentinde rönesans döneminden kalma belediye binası, 800 yıllık St. Peter Katedrali ve eski Schütting ya da tüccarlar evinin ünlü olduğunu okumuştum.İlk olarak keşfimizi buradan başlattık.

Weser Irmağı'nın sol kıyısındaki yeni kentte, şirin ve güzel evler üç şeritli bulvarlar ve çiçek tarzlarıyla dikkatimizi çekti. Burasının "Avrupa'nın bahçe kenti" olarak anıldığını öğreniyorum ve bu şekilde anılmaya hakkı olduğunu anlıyorum.Grup olarak Bremen Mızıkacıları Heykeli, 1405 senelik Hükümet Konağı, 1042 yılında yapımı başlayan St. Petri Kilisesi, 1537 senesinde yapılan Bremen'in zengin gelenekli zaanatkar odası "Schütting", 1600 senesinden Weser rönesansından kalma ticaret evleri ve 1404 yılında yapılan Bremen'in simgesi ve aynı zamanda hürriyet sembolü olan Roland-Heykeli, Fall Kulesi ,Böttcher Caddesini geziyoruz.

Bu tarihi eserlere biraz zıt olan ve 1966 senesinde yapılan modern Bremen Parlamentosunu "Haus der Bürgerschaft" fark ediyorum.

Weser nehri kıyısında yer alan şehrin ekonomisinin yüzyıllardır süregelen denizcilik ve deniz aşırı ticaret tarafından biçimlendirildiğini,Bremen şehrinin bugün Alman ekonomisinde otomotiv-gemi yapımı-çelik-elektronik-gıda sanayisi ile önemli bir konuma sahip bulunduğunu, şehrin 2005 yılında "Bilimler Şehri" unvanını kazanan ilk Alman şehri olduğunu öğreniyorum.

Nehir kıyısında historizm devrinde inşa edilen ihtişamlı yapılar ve orta çağdan kalma Schnoorviertel-Urgancılar semtinin çok etkileyici olduğunu ve buradan geçerken çok etkilendiğimi paylaşmak isterim.

Bremen Okyanus Müzesinin Avrupa'nın en önemli etnografya müzelerinden birisi olduğunu öğreniyorum ama gezmeye vakit olmadığından gezemiyorum.Birden aklıma Weder Bremen takımı ve burada top oynamış bulunan Engin VEREL geliyor. Nereden aklıma geliyor bilmiyorum ama Engin’in de Bremen şehrinin eski şehir merkezinde bulunan gotik yapı tarzında kiliselerin önünden geçmiş olduğunu düşünüyorum.

Eşek üstünde köpek, onun üstünde kedi, onun üstünde de horoz olan Bremen Mızıkacıları Heykeli önüne geliyoruz.Etraf panayır alanı gibi.Fotoğraf çekip meydanda yere oturarak etrafımı gözlemlemeye ve fotoğraf çekmeye başlıyorum. Bremen'e daha çok vakit ayırmam gerektiğini not ediyorum.

Pekmezci Gezi Grubu üyeleri çok dakiktir. Verilen saatte otobüsümüz Bremen’e doğru hareket ediyor.Yolumuz uzun. Yaklaşık dört buçuk saat sonra Almanya'nın ikinci büyük Avrupa'nın 7. büyük metropolü dünya gemiciliğinin başkenti Hamburg'a ulaşıyoruz.

Hamburg paylaşımımda görüşmek üzere,

GEZGİNLERİN GÖRMESİ GEREKEN İLGİNÇ KENTTİR AMSTERDAM...

Sevgili Dostlar anılarımda zaman zaman Pekmezci Gezi Grubundan bahsedeceğim. Beraberce gittiğimiz coğrafyaları okuyacaksınız. Profesör Hasan PEKMEZCİ Başkanlığında kurulan gezi grubumuz şu ana kadar hemen hemen Avrupa’nın tamamına yakınının önemli sanat ve kültür merkezlerine gitti.Gezi Grubunun seyahat planı tarafımdan yürütülmektedir. Nerelere gittiğimizi öğrenmek isterseniz sitemizi takip etmenizi önereceğim.

Fırça Sanat Galerisinin Sahibi sevgili Semra SANCAK’ın Ankara Life Dergisinin 2010 Nisan sayısında yayımlanan Sanatın,Sevginin,Tutkunun,Emeğin Ocağı Pekmezcilerin Evi başlıklı yazısından bazı alıntılarla başlamak isterim satırlarıma;

“Mevlana der ki: Başak doluysa eğilir.” Öyle ya, boş başak hafifliğinden diker başını havalara, ufacık bir esintide sallanır bir o yana, bir bu yana... Yukarılarda yer aramaz, tepeden bakmaz, başını havada tutmaz dolu başaklar... O en güzel yerde, ağır mı ağır, bir o kadar da sıcak mı sıcak durur... kaygısız, komplekssiz, fırtınasız...

O yer ise yürekleridir insanların. Ama yaşamlarındaki tüm insanların.”

“Hani insanlar vardır, uzaktan bakarken gözleriniz kamaşır ışığından, yaklaşamazsınız önce...

Ama uzaklaşamazsınız da bu ışıktan, pervane misali döner durursunuz. Sonra ısınır ve ışırsınız döndükçe, ayrılamazsınız bu sevgi selinden... bu huzur limanından... Anlarsınız ki sizi saran ışığın, ısıtan güneşin kaynağı, tam da aradığınızı bulduğunuz bir ananın kucağı, babanın kollarıdır...Güneşin sofrasıdır... Pekmezciler’in ocağıdır...”

Bütün öğrencileriniz, sanat dostlarınız ve sizi tanıyan herkes tarafından çok seviliyorsunuz. Nasıl bu kadar çok sevilir bazı insanlar, huzur verirler topluma, ışık saçarlar, sararlar sarmalarlar şefkatle, sevgiyle ve hep gülerler sıcacık? Güneş gibi...

Ne olursa olsun görevini, mesleğini, yaptığı işi tutkuyla sevmek,

Öğretmenliği tutkuyla sevmek, sevginin bu mesleğin temel koşulu olduğuna inanmak,

Mesleğinin, alanının en iyisi olmanın ayak oyunlarıyla değil, bilgi ile, çalışmakla, kültürle, donanımla mümkün olduğunu bilmek,

Öğrencileri, gençleri sevmek, onları kendi çocukları gibi görebilmek,

Hiçbir genci, öğrenciyi kırmanın, incitmenin, aşağılamanın, rencide etmenin öğretmenliğin kitabında yer almadığına, hiçbir eğitimcinin buna hakkı ve yetkisi olmadığına inanmak,”

Bu yazıda Profesör Hasan PEKMEZCİ şöyle cevaplıyor Semra Hanımı;

"Örneğin 1993 yılında bir Avrupa gezisi ve sanat etkinliğine katıldık. Bu gezinin kafile başkanlığı bizim görevimizdi. Çok başarılı geçen bu etkinlik kendimize grupla gitme ve sorumluluk üstlenme güveni kazandırdı.

Ankara’daki sevgili dostlarımız Ayşe ve Metin Arkün, Hatice ve Turan Aykanat, Aslıhan ve Abidin Lutfi Demir ‘Pekmezci Gezi Grubu’nu kurdular. Bizim adımıza olmakla birlikte bu oluşum tamamen dostlarımızın bize armağanı. Özverili bir dayanışma ve paylaşım örneği. Dostlarımızın ilgileri, destekleri, emekleri ile grup olarak bugüne kadar Avrupa’nın önemli sanat ve kültür merkezlerine çok kaliteli sanatsal amacına fazlası ile ulaşan bir veya birkaç kez gezi düzenledik. Grubumuzun birçok üyesi arkadaşlarımızla daha önce gittiğimiz yerlere bile yeni katılan dostlarımızla birlikte o atmosferleri yaşamak için tekrar tekrar gittik.

Gezme,görme,yeni sanat ve kültür alanlarına tanık olma,dünyanın çeyiz sandıkları sayılan müzeleri görme,inceleme grubumuzda ortak bir dostluk bilinci yarattı.Grup gittikçe genişleyen bir aile gibi oldu.Şunu da belirtelim kibu gezilerin en önemli amaçlarından biri özellikle sanatçı adayı gençlerin,öğrencilerin sadece kitaplarda, fotoğraflarda gördükleri şaheserleri yüz yüze görmelerini sağlamaktır.Bu manevi hazzı sağlamak zordur.Ne yazık ki bu idealist düşüncemiz bile kimileri tarafından”bir çıkarları olmasa yapmazlardı” gibi adi değerlendirmelere uğramıştır. Günümüzde ulusal ve uluslararası şirketler, holdingler insan kaynakları programları içinde eleman istihdamında bir konuya çok önem vermektedirler. Kendi meslek alanına sıkışıp kalmış, çeşitli kaynaklardan beslenmeyen, insanları ve dünyayı at gözlüğü ile gören, vizyonu sınırlı, insan ilişkileri tıkız elemanlar yerine; alanına hâkim olduğu kadar, atak, girişken, vizyonu geniş, dünyayı geniş perspektiften algılayıp sorgulayabilen, sanatı, sporu, edebiyatı ilgi alanına alarak yaşamının ayrılmaz parçası haline getirebilen elemanları aramaktadırlar. Unutulmamalıdır ki çok çeşitli kaynaklardan beslenen insanların dünyayı algılama biçimleri de ona göre zenginlik kazanır.

Sanatı bir okyanusa benzetir kimi düşünürler. Çeşitli nehirlerin, ırmakların bin bir bölgeden, dağlardan, ormanlardan, yer altı ve yer üstü kaynaklardan taşıyıp getirdikleri sularla beslenen bir okyanusa. “Bu okyanusa girin, yıkanın, yunun, arının” derler. Bütün gençlerimize, pırıl pırıl gençlerimiz; geleceğimiz, ideallerimiz, umudumuz olan gençlerimize böyle bir yaşam yakışır”.

İşte bu satırlar aracılığıyla PEKMEZCİ GEZİ GRUBUMUZU tanımış oldunuz.

Gezi Grubumuzla birlikte Amsterdam-Hamburg-Bremen-Lubeck-Berlin-Postdam-Dresten ve Münih’i kapsayan bir geziye çıktık. Hollanda ve Almanya’nın sanat merkezlerini ve müzelerini doya doya gezdik.

Profesör Hasan Pekmezci Başkanlığında ve sevgili mihmandarımız Murat Özsoy ile birlikte Hollanda'nın başkenti Amsterdam’dan başladığımız seyahat anılarımı bulacağınız bu yazımda belki de ilk defa Amsterdam’la ilgili çok farklı bir paylaşım bulacaksınız.

17 Ekim sahaba karşı Bahçelievler Belpa Buz Pateni Sarayı önünde buluşarak yola çıkıyoruz alana doğru. THY ile saat 04.35 de İstanbul’a, saat 08.00 da da Amsterdam’a uçuyoruz. Saat 10.35 de varışın ardından da vakit kaybetmeden şehir turuna başlıyoruz. Dam Meydanı, Yel Değirmeni, Leidseplein, Rembrantplein, Kraliyet Sarayı, Kırmızı Fener Sokağı, ve dünyaca ünlü Elmas Fabrikası görüyoruz.

Hollanda’nın başkentindeyiz ama burada Hollanda hükümetine ait hiçbir bina olmadığını fark ediyoruz ilk olarak. Bunun tek sebebi var. İdari başkentin Lahey olması.Amsterdam kanallarla bölünmüş bir şehir. Klasik bir cümle olacak ve eminim bir çok yazıda okumuşsunuzdur ama bende söyleyeceğim.Bu şehire "Kuzeyin Venedik'i" tanımlaması yakışıyor. Dünyada bir çok ülke ve şehir gören ben “Her Gezginin Mutlaka Görmesi Gereken İlginç Kentlerden Birisidir Amsterdam” diyorum..

Amsterdam12.yüzyılda Amstel ırmağının kıyısında bir balıkçı köyü olarak kurulmuş. İlk kurulduğu zamanlarda Amstel ırmağının üzerine kurulan su bendi "dam" olan Amstelredamme olan adı zamanla Amsterdam’a dönüşmüş. Şehir adeta masal kenti. Binaların tamamına yakını 17. yüzyıldan kalma. Kanalların zamanında ülkeyi korumak için yapıldığını öğreniyorum. Kanalların üzerinde yüzen evleri (karavan ve bot şeklinde) görünce şaşırıyorum.

Amsterdam müzeler şehri. En önemli müzeleri ise Rjiks Müzesi ve Van Gogh Müzesi. Amsterdams Historisch Müzesi,Rembrandthuis,Anne Frank Huis,Hermitage, Troppenmuseum, Verzetmuseum Stadelijik Müzesi ilk aklıma gelenler.

Tur esnasında Dam Meydanı civarında Amsterdam'ın açık ve hoşgörü kültürünün bir sembolü haline gelen bu bölgede şehrin genelevlerini fark ediyoruz. Evlerin camlarını büyük boy cam düşünün.Kadınlar kendilerini vitrinlerde sergiliyorlar. Burasının adı “Kırmızı Işıklar" Bölgesi ("Red Light District").Fotoğraf çekmemize çok tepki olduğundan çekemiyoruz. Amsterdam’da tütünle karıştırılarak ya da karıştırılmadan içilen esrar, Space Cake (esrarlı kurabiye) ve mantarların satıldığı kafelerin önünden geçiyoruz. Kapının önünden geçerken bile kokudan rahatsız oluyoruz.

Amsterdam’da her yerde bisiklet var. Bisiklet yolları ve bisiklet park alanları hemen dikkatimizi çekiyor. 1 milyonu aşan sayıda bisiklet bulunduğunu,şehirde bisiklet hırsızlığının çok yaygın olduğunu öğreniyorum.

4 veya 5 katlı bir bisiklet parkının karşısından tekneye binerek kanalda gezintiye çıkıyoruz. Amsterdam’ın kanallarını,köprülerini,muhteşem mimarisini,17.yüzyıldan kalma çatı süslemelerini, "houseboat"larını (yüzen evler), eski limanı tekneden seyretmenin doyumsuz keyfini yaşıyoruz hep beraber(Meraklısına Not: Kanalların temel görevi topraklar deniz seviyesinin altında kaldığı için su baskınlarından toprağı korumaktır.Çünkü yağan yağmurların da denize boşaltılması gerekmektedir. Kanallardaki su düzenli olarak denize pompalanmakta,karşılığında oksijenli deniz su kanallara boşaltılmaktadır.Kurak ülkelerin tersine Hollanda’da amaç toprağı kurutmaktır).Amsterdam’da yüzü aşkın köprü var. Gezimizde bir çoğunu görüyoruz. Köprülerin en büyüğü olan dokuz adet kemerli Magere Brug’dan(Skinny Bridge) hepimiz etkileniyoruz.

Kanal turu sonrası vakit geçirmeden Van Gogh Müzesine gidiyoruz. Burası bana göre Amsterdam gezilerinde olmazsa olmazların en başında geliyor.Vincent Van Gogh’un dünyadaki en geniş koleksiyonunun yer aldığı müzede sanatçının eserleri, kronolojik olarak hayatının ve işlerinin farklı dönemlerini yansıtan beş döneme ayrılmıştır. Netherlands, Paris, Arles, Saint-Remy ve Auvers-sur-Oise. Bu müzeye yaptığımız ziyaret sonunda sanatçının bu dönemlerdeki değişimine ve gelişimine tanık oluyoruz ve de çalışmalarını 19. yüzyıldaki diğer sanatçılarla karşılaştırma şansı buluyoruz. Müzede, Vincent Van Gogh eserlerinin yanı sıra 19. yüzyıl sanatına ait birçok objeyi de görüyoruz. Müzede 200 den fazla resim,500 çizim ve taslak gördüğümüzü çıkışta okuduğum kitaptan öğreniyorum.

Müze turumuz sonrası hep beraber Europa Boulevard’ında yer alan otelimiz Nov Hotele gidiyoruz.

Sabah kahvaltı sonrası erkenden yollara düşüyoruz. Bugün ilk olarak Rijksmuseum (Ulusal Müze) ye doğru yol alacağız. Hollanda'nın en büyük müzesi olan Rijksmuseum (Ulusal Müze) tarihi bir binaya sahip. Hollanda’nın en geniş koleksiyonlarının burada olduğunu, müzenin uluslararası arenada açtığı sergilerin kalitesiyle tanındığını, her yıl 1 milyondan fazla insan tarafından ziyaret edilen müzenin 45'i alanlarında uzman küratörler olmak üzere 400 çalışanı bulunduğunu, sergi alanlarının özenle hazırlandığı Rijksmuseum projelerinde her zaman önde gelen tasarımcılarla çalışıldığını, 2003'ten itibaren müzede geniş çaplı restorasyon ve yenileme çalışmalarına başlandığını öğreniyorum.

The Masterpieces adı verilen ve 17. yüzyıla ait 400'den fazla eserden oluşan sergiyi geziyoruz. The Masterpieces koleksiyonunu, 17. yüzyılın usta sanatçıları Frans Hals, Jan Steen, Vermeer ve Rembrandt'ın büyük tablolarını görüyoruz. Amsterdam'ın Paris'i olarak tanımlanan müzede çok sayıda Rembrandt eseri görmenin keyfiyle dışarıya çıkıyorum. Elimdeki kitaptan müzede 1400- 1900 yılları arasındaki 5000 resim bulunduğunu okuyorum.

Çıkınca şehrin en modern ve çağdaş müzesi olan Stedelijk Müzesine gidiyoruz.Müzede çok sayıda Picasso,Monet,Cezanne ve Mondriaan’nın eserlerini görüyoruz.

Hep beraber Dam Meydanına gidiyoruz. Gezginler bilirler Avrupa şehirlerinde bir çok meydan vardır.Hatta Meydan Kültüründen bahsedebiliriz Avrupa şehirleri için.Madame Tussaud's Müzesi,Bijenkorj Alışveriş Merkezi arasında kalan Dam Meydanının ortasında basamaklarla çevrili anıtın önünde duruyoruz. Meydanın her tarafında görsel bir şölen izliyoruz.

Dam Meydanından Vondelpark’a gidiyoruz. Parkın içerisine girince hayretler içerisinde kalıyorum.Şehirden tamamen koptuğumu hissediyorum.Hemen bir bisiklet kiralayarak parkta tur atıyorum.Park kocaman.Ufacık şehirde kocaman park olması beni kıskandırıyor.Ülkemde de böyle parklar olmasını diliyorum.

Otele dönüyoruz.Sabah erkenden yola çıkacağız.Önce Bremen’e uğrayacağız.Sonrasında ise Hamburg’a gideceğiz.

Bremen’de buluşmak üzere…

CENNETİN DURAKLARINDAN PHUKET DURAĞINDAN PAYLAŞIMLAR….


Önce Melekler şehri Bangkok(Bangkok hakkındaki yazımı okumanızı öneriyorum). http://abidinlutfidemir.blogspot.com/2012/05/melekler-sehri-bangkok-hakkinda-farkli.html Sonrasında Tayland’ın bir garip beldesi Pattaya (Pattaya hakkındaki yazımı da okumanızı tavsiye ederim). http://abidinlutfidemir.blogspot.com/2012/05/taylandin-bir-garip-tatil-beldesi.html Şimdi ise Bangkok Havaalanına doğru yoldayız. Yol boyu konuşkan rehberimiz bize Pattaya ile ilgili sorular soruyor. Yaptıklarımızı anlatıyoruz. Takdir ettiğini davranışlarından anlıyoruz. Ona göre bizler tam bir gezginiz. Bangkok'ta havaalanında rehberimizle vedalaşıyoruz.

Air Asia ile Phuket’e hareket ediyoruz..Bayılıyorum bu Air Asia’ya.Tüm Uzakdoğu ayaklarımızın altında.İsterseniz Avustralya,Yeni Zelanda hatta Papua Yeni Gine dahil bu uçak firmasıyla gidebilirsiniz. Hemde önceden uçak bileti aldığınız takdirde çok ucuza.

Uçak turistlerle dolu. Sabah erken kalkmamız ve 2 saatlik yol boyu sevimli rehberimizin sorularına cevap vermemiz dolayısıyla yerlerimize oturur oturmaz uyuyoruz.Uçağın tekerleklerinin pistte değmesiyle de uyanıyoruz. YaşasınTayland’ın en büyük tropik adasına geldik.

Phuket havalimanı oldukça küçük bir havaalanı ama her şey mükemmel işliyor. Çıkışta bizi otele transfer edecek rehberimizle buluşup taksiye biniyoruz. Otelimiz Patong Beach’de yer alıyor. Patong Beach havaalanına yaklaşık 1 saat uzaklıkta. Yol boyu yemyeşil ormanlar ile kaplı yollarda ilerliyoruz.Ada oldukça engebeli zira sürekli tepe tırmanıp, tepe inerek gidiyoruz.Yeşilin her tonu var.

Rehberimiz yol boyu anlatıyor.

Anlattıklarından;

Phuket'de Thai stili Budist evliliklerin yapılabildiğini,

Phuket'in denizin içerisindeki küçük kulübeleri ve su altı sporları ile ünlü olduğunu, deniz suyu temiz olduğu için su altı görüşü çok uzun olmakla beraber dünyadaki en iyi 10 dalma mekanından birisi ünvanını koruduğunu,

Phuket'de yerli halk tarfından Tayca erkekler için ayrı, kadınlar için ayrı selamlaşma kelimeleri kullanıldığını, transseksüelller için de ayrı selamlaşma olduğunu,

Tuk-Tuk denilen küçük taşıtlarla adada kolayca istenilen yere ulaşıldığını,

Ünlü James Bond Adası (Pha Nga) burada olmakla beraber dünyaca ünlü Lost dizisinin üçüncü sezon, sekizinci bölümünün de burada çekildiğini,

Öğreniyorum.

1 saat sonra otelin önünde duruyoruz.Hava kapalı ve her an yağmur yağabilir.Otelimiz İbis Patong. Odalarımıza eşyaları bırakıp hemen dışarı çıkıyoruz.Otel denize çok yakın ama dışarıda Tsunami olması halinde tehlikeli bölgede olmadığımıza dair levha var. Patong Bölgesi adanın en kalabalık alanı. Böyle olmasının doğal sonucu olarak çok sayıda gece kulübü ve restoran gözümüze çarpıyor. Yürüyerek Bangla Road Caddesine ulaşıyoruz.Bu caddede de her yer gece kulübü.Pattaya’da olduğu gibi kulüplerin önünde travestiler ve 18 yaşın altında küçük kadınlar var.Cadde boyu yaşlı Avrupalı ve Amerikalı erkekler ile küçük Tayland’lı kadınları görüyoruz. Tayland toplumu tarafından travestiler yadırganmıyorlar. Bu nedenle de travestileri sokak satıcısı,bakkal, manav,tezgahtar olarak her yerde görüyorsunuz.

Uzakdoğu’da balığa ve deniz mahsüllerine doyulmamakla birlikte bu akşam değişiklik yapmaya karar verip!! otelde deniz mahsüllü pizza yiyoruz.!!

Sabah erkenden kalkarak James Bond Adası turuna katılıyoruz. Teknemiz büyük olmamakla birlikte güvenli. Tekne hareket eder etmez gökyüzü zifiri karanlığa bürünüyor. 10 dakika içerisinde de sağanak yağış başlıyor.Çok değil 2004 senesinde Tsunami olmamışmıydı? Teknedeki herkesin korktuğu belli(Meraklısına Not: Tsunami, okyanus ya da denizlerin tabanında oluşan deprem, heyelan ve volkan patlamasıdır. 2004 Hint Okyanusu depremi ve tsunamisi, 26 Aralık 2004 günü saat 00:58:53 UTC'de meydana gelmiş, merkezi Endonezya'nın Sumatra adasının batı kıyısı açıklarında olan depremdir. Batma nedeniyle meydana gelen deprem, Hint Okyanusu'na kıyısı olan karaları vuran, yüksekliği 30 metreye kadar çıkan tsunamiler üretti ve bu nedenle on dört ülkede 230 binden fazla kişi öldü. Bu, tarihteki en çok ölüme yol açan doğal afetlerden biriydi. Endonezya en ağır zararı alan ülkeydi, onu Sri Lanka, Hindistan ve Tayland izledi.Tsunaminin yayılışı ve etkilediği yerler 9.1 ila 9.3 olanbüyüklüğüyle, bir sizmografla kaydedilmiş olan bugüne kadar ki en büyük üçüncü depremdi. Süresi 8.3 ila 10 dakika arasında değişen deprem, bugüne kadar görülmüş en uzun süreye sahipti ve tüm gezegeni 1 cm hareket ettirdi, Alaska’ya'ya kadar depremleri tetikledi. İçmerkezi Simeulue ile Sumatra arasındaydı. Etkilenen ülkeler ve halklarının durumu, dünya çapında bir insani yardım kampanyasının başlamasına sebep oldu. Tüm dünya çapından depremzedelere yardım amacıyla 14 milyar Amerikan doları (2004 itibarı ile) bağış toplandı. sya'da on binlerce kişinin ölümüne ve kaybolmasına yol açan deprem, Sumatra'daki adaları yerinden oynatarak Asya haritasında değişikliğe neden oldu. 26 Aralık 2004'te meydana gelen Güneydoğu Asya depreminin yerkabuğunun her bölgesini birden salladığı ortaya çıktı. Bilim insanları, 9,2 büyüklüğündeki son 40 yılın en güçlü depreminde ortaya çıkan enerjinin, 26 Aralıktan günler sonra dahi yerkabuğunu titretmeye yettiğini belirledi. Uzunluğu 1250 km olan bir çatlak boyunca oluşan deprem, 10 dakika sürmüştü. Bu şimdiye dek kaydedilen en uzun deprem süresidir. Deprem, Indo-Avustralya plakasının Avrasya plakasının altına kaymasıyla oluştu. Kaymanın şiddetiyle Avrasya Plakası'nın ucu havaya kalktı. Bu hareket, okyanus zeminin oynamasına yol açtı ve tsunami ortaya çıktı. Tsunaminin Bengal Körfezi'nde yarattığı dalga, tüm Dünya denizlerinde su seviyesinin 0,1 milimetre yükselmesine neden oldu.). Korkmamıza gerek olmadığını kısa süre sonra anlıyoruz hava açılıyor.Güneş yüzünü gösteriyor.

Phang Nga Bay Körfezine geliyoruz. Çok sayıda dikine doğru büyümüş küçük adalar görüyorum. Yemyeşil adalarda yerleşim olmadığını öğreniyorum. Adaların ardından kanolara biniyoruz ve mağaraya doğru gidiyoruz.. Mağara giriş yüksekliğinin sudan yalnızca 2 karış olduğunu söylemeliyim sizlere. Kanoya sırt üstü yatarak ve burnuma teğet geçecek şekilde mağaradan içeriye giriyoruz. İçerisi oldukça bunaltıcı. İçerideki yolculuğumuz yaklaşık 5 dakika sürüyor.

Çıkışta James Bond Adasına yine kanolarla gidiyoruz. Adaya ulaşınca tepeye doğru tırmanıp manzara keyfi yapıyoruz. James Bond Adasından sonra 3. Adada deniz keyfimiz başlıyor. 4. Adamız mağaralarla dolu bir ada.Zorlukla girdiğimiz mağaradan sonra gizli bir göle ulaşıyoruz. Gölde suda büyüyen Mangrow Ormanları var.Turdan memnun kalarak Phuket’e dönüyoruz.

Akşam yemeği için oturduğumuz yerde yan masada tanıdık bir yüz görüyoruz. Türkiye’den çok uzaklarda şarkıcı Tarkan’la karşılaşıyoruz. Yemek sonrası otele dönüp yarının programını yapmaya çalışıyoruz. Sonunda seyahatimizin son gününü tüm gün denize ayırmaya karar veriyoruz.

Sabah kahvaltı sonrası plaja gidip tüm gün deniz keyfi yapıyoruz. Yüzerken vücudumun altından renkli balıklar geçiyor.Öğleden sonra başlayan çılgın yağmurda denize girmeme engel olamıyor.

Biz gezginler biliriz ki dünyanın çeşitli yerlerinde keşfedilmeyi bekleyen sayısız cennet vardır.Biz bir cennetin keşfini daha bitirdik. Dünyada en fazla görülmesi gereken 10 tropik adadan birisi olan Phuket Adası seyahatimizin de sonuna geldik.

Ertesi gün aracımız gelerek bizi Havaalanına getiriyor. Phuket Havaalanından hareket eden uçağımız Bangkok Havaalanına ulaştığında saatimize bakıyoruz.İstanbul uçağımıza 3 saat kaldığını görüyoruz. Havaalanının keşfi için 3 saat oldukça iyi bir süre değil mi?

Uçağa biner binmez yorulduğumuzu anlıyoruz. Gözlerimiz İstanbul’a inişte açılıyor. Bir seyahatin daha sonuna geldik.Eminim 1 haftada yorgunluğumuz bitecek ve yeni coğrafyalara keşfin araştırmalarına başlayacağız.

10 Mayıs 2012 Perşembe

TAYLAND'IN BİR GARİP TATİL BELDESİ PATTAYA...


Melekler Şehri Bangkok’tan uzaklaşıyoruz(Bangkok hakkındaki yazımı okumanızı öneriyorum http://abidinlutfidemir.blogspot.com/2012/05/melekler-sehri-bangkok-hakkinda-farkli.html). Rehberimiz yaklaşık 165 kilometre yol gideceğimizi ve 2 saat sonra Pattaya’da olacağımızı ifade ediyor. Yol boyu anlatıyor mihmandarımız. Ülkesinin en sevdiği köşesinin Pattaya olduğuyla başlıyor ve anlatmaya devam ediyor.

Anlattıklarından,

Pattaya’nın sözcük olarak anlamının, "Güney Batı Munson Rüzgarı" olduğunu ve Pattaya’nın dünyadaki en gözde tatil merkezlerinden biri olup 2010 yılında bölgeye 8 milyon turist geldiğini,

Çok üzücü olmakla birlikte Pattaya’nın “Seks Turizmiyle” anıldığını ve Pattaya’ya turistlerin bu amaçla geldiğini,

Pattaya’da HIV Virüsü taşıyan çok kişinin yaşadığını,

Şehirde çalışan ve yaşayan çok fazla Batı Avrupalı ve Kuzey Amerika'lı olduğunu,

Pattaya’nın yüksek katlı yapı sayısında başkent Bangkok'tan sonra ikinci sırada bulunduğunu,

Şehrin merkezi ve kalbinin olarak “Walking Street” olduğunu, burasının aynı zamanda şehrin gece hayatının merkezi olma özelliğini taşıdığını ve burada her türlü eğlence mekanına rastlayabileceğimizi,

Pattaya’da rahat ve ucuz ulaşım için Tuk-Tuk tercih etmemiz gerektiğini,

Pattaya’da dünyaca ünlü ve Pattaya’nın efsanesi haline gelmiş olan Alcazar veya Tiffany gösterilerini seyredebileceğimizi, bu gösterilerin Asya’nın en büyük gösterileri olduğunu,

Öğreniyoruz.

Aracımız Pattaya İbis Otelin önünde duruyor. İnip otele kaydımızı yaptırıyoruz.Rehberimiz 2 gün sonra gelmek üzere bizimle vedalaşıyor.

Önce odamıza yerleşiyoruz. Otelimiz Pattaya’da bulunan otellere göre mütevazi. Vakit kaybetmeden kendimizi dışarıya atıyoruz. Yürümeye başlar başlamaz da moralimiz bozuluyor. Yol boyu yaşları 14-15 olan kızları, 60-75 yaş aralığındaki beyaz adamlarla görmeye başlıyoruz. Yerlerde oturan kızların birbirlerinin saçlarındaki bitlerini ayıkladıklarına tanık oluyoruz. Bir süre daha bu sahnelere tanık olarak Walking Street’e ulaşıyoruz.

Karnımız aç olduğu için denizin üzerine tahta iskeleyle yapılan çıkmaya kurulan bir balık restoranına giriyoruz. Aklınıza gelebilecek tüm deniz mahsüllerini tadıyoruz. Yediklerimiz ve bulunduğumuz mekanın görsel zenginliğiyle moral bozukluğumuz geçiyor.Gelenlere göre komik bir rakam geliyor hesabımız.

Yemek sonrası Pattaya’nın en yüksek tepesine çıkarak kuşbakışı şehri, adaları ve okyanusu seyretmek için araç kiralayarak Büyük Buda ve Seyir Tepesine çıkıyoruz. Çıkışta Büyük Buda eteklerindeki insanların dilek çanlarını çaldıklarını görüyorum. Bir süre sonra bu kişilerin dilek tuttuklarını ve dileklerinin gerçekleşmesi için çanları çaldıklarını öğreniyorum. Manzara harika ve bunun keyfini çıkarıyoruz.

Dönüşte araçtan inip yürüyoruz. Yürüdükçe moralimiz yine bozuluyor. Adeta bir Pazar yerindeyiz.Her yerde kadınların erkeklerle pazarlık ettiğini görüyoruz. Pattayaland 1 ve 2 sokaklarından geçiyoruz. Sokak sağlı sollu barlarla dolu.Barlar açık hava barı gibi. Barların önünde cinsel gösteriler yapılıyor. Önünden geçtiğimiz Gay Barda 20 ye yakın genç erkeğin slipleriyle gösteri yaptıklarını görüyoruz. Hemen yanda travestileri, karşılarında ise genç kızları fark ediyoruz.

Yürürken açık alanlarda kurulu olan açık hava barlarının çoğaldığını fark ediyoruz. Barların iç kısmında 20 ye yakın barwomen genç kızları, bar etrafında ise yüksek sandalyelere oturmuş yaşlı erkekleri görüyoruz.Barların bazılarının orta yerinde Tayland Boksu Ringleri var. Bazılarında  ringlerde boks gösterileri devam ediyor. Rehberimizin sözünü dinleyip Alkazar'da gösteri izlemeli miyiz acaba diye birbirimize soruyoruz. Gitmeme kararı alıyoruz. Her yer üzerimize geliyor. Otele dönelim diyoruz. Dönüşte uğradığımız marketten su alıyoruz. Otelin havuzunun kenarında oturup kahve içerek sohbete dalıyoruz. Sabah erkenden kalkarak kahvaltıda rotamızı saptamaya çalışıyoruz. Kaplan Çifliğine gitmeye karar veriyoruz. Bir kamyoneti durdurarak tüm gün için 10 USD karşılığı anlaşıyoruz. Bangkok istikametine doğru yaklaşık olarak 45 dakika gidiyoruz ve Kaplan Çiftliğine ulaşıyoruz. Burası aslında bir hayvanat bahçesi. Kaplanların dışında timsah,fil,domuz,maymun, geyik ve karacalar var. Ortak özellikleri hayvanların tümünün gösteri yapmaları.Fil,timsah ve kaplan gösterilerini izliyoruz. Yavru kaplanları besleyip, timsahlarla fotoğraf çektirdikten sonra Mini Siam’a doğru gidiyoruz. Mini Siam'da Tayland’ın sanatsal ve kültürel 100 e yakın eserinin minyatürleri var. Çıkışta dünyaca ünlü Su Altı Dünyası Akvaryumuna gidelim diyoruz. Burasının Asya'nın en büyük ve en modern okyanus akvaryumu özelliğinde olduğunu öğreniyoruz. İçerisinde birbirinden ilginç deniz canlılarını görme şansımız oluyor.

Turumuzun bitiminde otele dönüp havuza girelim diyoruz. Havuz içerisinde iken yukarıdan büyükçe bir kuşun yere doğru pike yaptığını görüyorum. Kuş adeta dalışa geçiyor. Dikkatle izliyorum. Kuş toprağa kadar son hızla pike yapıp topraktan büyükçe bir sıçanı gagaları arasına alarak yükselmeye başlıyor. Yaklaşık 10 metre çıktıktan sonra gaga arasında çırpınan sıçanın gücü galip geliyor ve kuş sıçanı bırakmak zorunda kalıyor. Yere düşen sıçanın kaçarak ağaçlar ararsında kayboluşunu izliyorum. Yağmur başlıyor:Yarın sabah rehberimiz gelerek bizi Bangkok’a götürecek ve Phuket yolculuğumuz başlayacak.

Zaman zaman ne işimiz var Pattaya'da? Niye geldik buraya? Diye düşünsek de öğrenmenin en iyi yolunun görmek olduğunu bildiğimiz için Pattaya’yı da gördüğümüze seviniyoruz.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

MELEKLER ŞEHRİ BANGKOK HAKKINDA FARKLI BİR PAYLAŞIM...

Tayland tüm gezginlerin uğrak yeri olduğundan Bangkok ile ilgili internette o kadar çok birbirine benzer paylaşım var ki inanamazsınız. Bu nedenle bu yazımda farklı bir paylaşımımı bulacaksınız. Anılarımda klasik bir başlangıç olacak biliyorum ama belirtmek zorundayım.Bu seyahatimde de 1 sene önceden planlama başladı.Sonunda 3 gece Bangkok, 2 gece Pattaya, 3 gece Phuket’i kapsayacak şekilde programımızı yapmaya başladık. Tayland turlarında tartışmasız ve gözünüz kapalı destek alabileceğiniz Gökhan ÜSTÜNDAĞ ile temasa geçtim. Gökhan Bey Bangkok’ta yaşıyor ve Bangkok’ta Holiday Partner isminde seyahat acentası var. Sağolsun kendisinden Havaalanı transferi ve tam günlük rehberli şehir turu, 3 gece Grand Mercure Fortune Bangkok Hotel’de konaklama, Bangkok-Pattaya-Bangkok transferi, 2 gece Pattaya İbis Hotelde konaklama,Bangkok-Phuket-Bangkok uçak biletleri, Phuket Havaalanı-İbis Hotel Patong –Havaalanı transferi ve 3 gece İbis Hotel Patong konaklama bedeli olarak iki kişi için 740 € fiyat aldık.Böylece hem VİP araçlarla şehir turu yapabildik hem de transferimiz gerçekleşti.Kendisine bu satırlar aracılığıyla bir kez daha teşekkür ediyorum. Yolunuz bir gün düşerse destek almanızı isterim.

İstanbul- Bangkok yolculuğumuz yaklaşık 9 saat sürdü. Havaalanında inince hemen saatlerimizi 6 saat ileriye aldık. Tayland bizden 6 saat ileride. Havaalanından çıkar çıkmaz nemli ve insana ilk anda kokuyor gibi gelen hava ile karşılaştık. Alanda bizi yerel rehberimiz karşıladı. Aracımıza binerek önce Grand Mercure Fortune Bangkok Hotel’e ulaştık. Kısa bir süre sonrada aşağıya inerek şehir turumuza başladık.

Yolumuzun üzerinde ilk olarak Grand Palace ve Buda Tapınağı var. Bilet alarak içeriye giriyoruz. Bilet gişesini geçince kahverengi dev heykelleri görüyorum. Bu heykellere Yaksha denildiğini öğreniyorum. Yarı insan yarı kuş olarak betimlenen ve Hindistan mitolojisinden Tay mitolojisine uyarlanan Kinnara heykelleri dikkatimi çekiyor. İnanışa göre Kinnaralar kanatları sayesinde insanların dünyasıyla mistik dünya arasında gidip gelebilen bir varlık olarak kabul ediliyor. Birbirlerine düşman olan ve yılana benzeyen Nagas ile kuşa benzeyen Garuda betimlemelerini fark ediyorum. Bunlarında efsanenin bir parçası oldukları ifade ediliyor. Kapıdan geçerek orta alana geliyoruz ve köşede Elmas Buda Heykeli’ni görüyoruz. Saray tamamen Thai mimarisini yansıtıyor. 2,5 kilometrelik bir alana kurulu Sarayda 100'den fazla bina olduğunu öğreniyorum. Burası 150 yılı aşkın bir süre boyunca kral ve kraliçeye ev sahipliği yapmış. Grand Palace Bangkok’ta ve Tayland’da gücün ve dinin simgesi özelliğini koruyor. Sarayın planında Ayutthaya Saraylarının planına sadık kalındığını duyuyorum. Grand Palace kompleksi kendi içinde dış alan, orta alan ve iç alan olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Kompleksin iç alanını ziyarete kapalı olduğundan gezemedik. Ancak Tapınağın her noktasının kral ve kraliyetin gücünü vurgulayan sembollerle donatıldığını gördük.

Grand Palace çıkışı istikametimiz Altın Buda Tapınağı. Bu heykelin çok ilginç bir hikayesi olduğunu öğreniyorum. 13. yüzyılda yapımına başlanan ve tamamen saf altından yapılmış heykelin yönetiminin zayıfladığı dönemde yağmacılığa karşı önlem olarak alçıyla kaplandığını, gizlenme o kadar başarılı bir şekilde yapılmış ki alçının altında gerçekten ne olduğunun unutulduğunu, Kral III. Rama’nın heykeli Bangkok’ta bir tapınağa taşıttığını, tapınak 1931 yılında kullanılamaz hale gelince de heykelin 1955 yılında bugünkü yeri olan Wat Traimit’e taşınana kadar unutularak terk edildiğini, hatırlanıp taşınırken de yanlışlıkla düşürüldüğünü ve üstündeki alçının çatladığını, bu şekilde gerçek heykelin ortaya çıktığını öğreniyorum. Şu an bu tapınaktayız ve saf altından ağırlığı 5,5 ton, boyu 3 metre olan Buda Heykelini görüyoruz.İçeride heykelin önünde hıçkırarak ağlayanları fark ediyorum. İtiraf etmeliyim ki saygı duymakla birlikte bu durum oldukça garibimize gidiyor.

Çıkışta rehberimizden Wat Pho’ya (Yatan Buda Heykeli) gideceğimizi öğreniyoruz. Rehberimiz bize Grand Palace’tan sonra mutlaka görülmesi gereken en önemli ikinci tapınağın Wat Pho olduğunu söylüyor. Wat Pho Bangkok’un en büyük ve en eski tapınağı imiş. İçeriye girince yatan Buda heykelini görüyoruz. Tapınağın aynı zamanda Tayland’dın ilk üniversitesi olduğunu, Yatan Buda Heykelinin ise 1800’lerin ortasında tapınağa yerleştirildiğini, 46 metre uzunlukta ve 15 metre yüksekliğindeki dev heykelde Buda’nın nirvanaya ulaşmasının betimlendiğini(Meraklısına Not: Nirvanaya Ulaşmak: Budizmde her türlü istek,tutku ve duygulanımlardan kurtulup,benin ortadan kalktığı en yüksek ruh durumuna erişme halidir), altın yapraklarla kaplanmış bu heykelin ayaklarının 3 metre yüksekliğinde ve 5 metre uzunluğunda olduğunu, ayaklarının tabanına ise Buda’nın 108 kutlu alametini tasvir eden sedef taşların işlendiğini öğreniyorum.

Çıkışta Wat Pho’nun Thai masajı da dahil olmak üzere Thai tıp öğretisini korumak ve yeni kişilere aktarmak amaçlı çalışan bir merkez olduğunu görüyorum. Burada masaj kurslarının da verildiğini rehberimiz belirtiyor.

Şimdi Türkçe karşılığı Şafak Tapınağı olan Wat Arun’a gidiyoruz. Burası Tayland’la ilgili bilgi toplarken çok fazla karşıma çıkan bir Tapınak. Rehberimiz tapınağın adının Hindu şafak tanrısı Aruna’dan geldiğini söylüyor. Wat Arun’da en fazla dikkatimi kule çekiyor. 82 metre yüksekliğindeki kulenin ışıl ışıl olduğunu fark ediyorum. Süslemeler çok farklı ve dikkat çekici. Kulenin Çin porseleni ve parıltılı seramik parçalarıyla süslendiğini görünce içimden pahalı ve zahmetli bir süsleme diye geçiriyorum. Tapınakta merkez kule haricinde 4 tane de küçük kule var. Dört küçük kulenin dört rüzgarı sembolize ettiğini, tepelerinde rüzgar tanrısı Pai’nin heykellerinin bulunduğunu öğreniyorum. Tapınağın bahçesinden etkilenmemek mümkün değil . Bahçe oldukça güzel ve etkileyici. Oturup seyrediyoruz.

Güneydoğu Asya’nın en büyük müzesi olan Bangkok Ulusal Müzesindeyiz. Burasının 1782 yılında Prens Wang Na’nın Sarayı olarak inşa edildiğini, 1884 yılında ise müzeye çevrildiğini öğreniyorum. Müzede Tayland ve komşu ülkelerin kültür miraslarına ait kronolojik olarak düzenlenmiş pek çok eser görüyoruz. Müzede Tayland’ın geleneksel müzik aletleri, seramikler, kıyafetler, ahşap oymalar ve Çin sanatından örnekler sergileniyor. Müzenin zemin katında ise Phutthaisawan Şapeli var. Şapel’de orjinal duvar resimleri ve Phutta Sihing Buda Heykeli bulunuyor.

Oldukça yorulduk. Rehberimiz bize Thai masajı öneriyor. Hemen olur diyoruz. 2 saat boyunca kendimizi tüm yorgunluğumuzu giderecek olan masaja bırakıyoruz. Masaj sonrası otelimize döndüğümüzde otelin önünde açık pazarın kurulduğunu görüyoruz. Thai mutfağının lezzetli tatlarıyla buluşuyoruz. Artık yatma vakti. Yarın yine yoğun bir gün bizleri bekliyor. Odada Tayland notlarımı karıştırmaya başlıyorum.

Okuduklarımdan;

Tayland’lıların 11. yüzyılda bölgeye gelerek bir krallık kurduklarını,

Tayland’ın kurulduğundan bu yana Avrupalı emparyalistlerin istilasına uğramayan tek Güneydoğu Asya ülkesi olduğunu, bunun nedeninin Tayland Kralı Mongkut’un ve ölümünden sonra yerine geçen oğlu Kral Chulalongkorn’un yönetimlerinin başarısı olduğunu,

Tayland’da 1932 yılında monarşik idareyi sınırlayıcı kansız bir ihtilal olduğunu,

1941 yılında ülkenin Japonlarca işgal edildiğini,

Savaştan sonra batı siyaseti gütmeye başlayan Tayland’ın Vietnam’a 11.000 kişilik askeri birlik gönderdiğini, birliklerin 1972 yılına kadar bölgede kaldıklarını,

1976 yılında ülkede kanlı bir ihtilal olduğunu, bunu 1977 ihtilalinin takip ettiğini,

1983 yılında Vietnam askeri birliklerinin Tayland-Kamboçya sınırı yakınlarında Kamboçya mülteci kamplarına saldırdığını, 30.000’e yakın mültecinin Tayland’a sığındığını, bunun üzerine Vietnamlıların ülkeye girdiklerini, Tayland’lıların saldırganları geri püskürttüğünü,

Tayland’ın Asya-Çin ve Hint kültürünü özümsediğini,

Tayland Krallığının eski adının Siyam Krallığı olduğunu,

Krallıkla yönetildiğini, ülkede ana dilin Tayca olduğunu, nüfusun %90 lık bölümü budist inanışına olup ülkenin kutsal tapınaklarda beslenilen siyam kedisinin tüm dünyada ünlü olduğunu,

Thai dilinde melekler şehri anlamını taşıyan Bangkok’un ülkenin başkenti olduğunu,

Budist geleneği gereği ülkede Budizm için büyük paralar harcandığını, tapınaklar kurularak yaşatıldığını,

Ülkeyi gezecek yabancıların dikkat etmesi gereken davranış şekilleri olup bir Tayland’lı yanında başkasının saçlarını okşamanın, ayakla bir şeyi işaret etmenin,Thai şekli selamlaşmayı yapmamanın ve bir ikramı kabul etmemenin hoş karşılanmadığını,

Ülkenin kara incinin vatanı olduğunu,

Öğreniyorum.

Sabah erkenden kalkıp kahvaltıya iniyoruz. Otelin kahvaltısı çok zengin ama benim istediklerim dışında her şey var. Otelimiz çok merkezi ve metro istasyonunun tam yanında. Metroya binerek nehir ve kanal turu yapmak üzere otelden ayrılıyoruz. Bangkok Metrosu oldukça modern,pratik ve kolay. Bangkok’ta dışarısı çok sıcak. Hatta Dünya Meteoroloji Örgütü Bangkok’u dünyanın en sıcak şehri olarak adlandırmış. Şehirde dışarıdaki sıcak havadan kapalı alana girer girmez ise üşümeye başlıyorsunuz. Metrodan inip iskeleyi aramaya başlıyoruz. Bu esnada yanımıza A.B.D’nde eğitim gören Sri Lanka’lı bir kız yanaşıyor. O da iskeleyi aradığını söylüyor. Beraberce iskeleyi arıyoruz. Bugün Meleklerin Şehri Bangkok’u ortadan ikiye bölen Chao Praya Nehrinde keşifte bulunacağız. Nehrin Bangkok’un ana damarını oluşturduğu bir gerçek.

Tha Phra Athit İskelesini buluyoruz. Chaoa Praya Nehri çamur renginde. Tayland’lıların günlük su ihtiyaçlarını nehirden karşıladıklarını öğreniyoruz. Her iskeleye uğrayan tekneye biniyoruz. Bu tekne hem ucuz hem de keyifli. İnmeden 1,5 saat boyunca gitmeniz mümkün. Biz hemen teknenin durduğu her iskelede iniyoruz ve bu şekilde şehri keşfetmek keyfini yaşıyoruz. Dönüşte ise inmeden direk olarak seyahat ediyoruz. Bu şekilde nehir üzerindeki yaşamı ve nehrin güzelliğini görüyoruz. Nehrin iki yanında direklerin üzerine inşa edilmiş evlerdeki yaşam etkileyici. Aslında bu yaşam Uzakdoğu’nun bir klasiği. Chao Phraya Nehrine açılan yüzlerce kanal fark ediyorum. Doğunun Venediğindeki gezimiz boyunca bir gün önce gördüğümüz Tapınakları tekrar görme fırsatımız oluyor. Öğle yemeği için China Town’u tercih ediyoruz. China Town’lar her ülkede fiyatların ucuzluğu nedeniyle alışveriş için tercih edilen yerler. Bu nedenle de çok kalabalık oluyorlar. Küçük ve çok hareketli olan China Town’da hem öğle yemeğimizi yiyoruz hem de alışveriş yapıyoruz.

Sri Lanka’lı Budist yol arkadaşımız Wat Phra Kaew’a (Zümrüt Buda Tapınağı) girmemiz için ısrar ediyor. Burası dün gezdiğimiz tapınaklara göre daha küçük.Tapınağın müthiş bir mimarisi var. Yol arkadaşımız bu tapınakta Budizm’in en önemli sembolü olan Zümrüt Buda Heykelinin olduğunu söylüyor. Heykelin yüksekliği 66 cm. Tapınağın üç girişinin bulunduğunu, merkez girişten sadece kral ve kraliçenin geçebildiğini, tapınağı etrafını kaplayan duvarların Ramakian efsanesini betimleyen resimlerle boyandığını, tapınakta bulunan heykellerden bazılarının da bu efsanede geçen figürlerden esinlenerek yapıldığını öğreniyorum.

Yol arkadaşımız tapınaklar dini yerler olduğu için görevliler ve Bangkok’luların kıyafet konusunda çok hassas olduklarını, içeriye girişlerde ayak,bacak ve kolları kapatacak kıyafetler giyilmesi ve girişte ayakkabıların çıkarılması gerektiğini, bazı tapınaklarda tapınak dışı avlularda da ayakların kapalı olması zorunluluğu bulunduğunu, tapınaklar içerisinde sessiz olmak gerektiğini öğreniyoruz.

Tekne turu esnasında Grand Palace ve National Museum'un önünde yer alan Sanam Luang Parkına da uğruyoruz. Park çok büyük. Bu parkta kutlama törenlerinin yapıldığını, bu kutlamaların en görkemlisinin 12 Ağustos'ta Kraliçe'nin doğum gününü kutlama partisi olduğunu öğreniyoruz.

Teknemiz bizi aldığı Tha Phra Athit İskelesine yanaşıyor.İnip arkadaşımızla vedalaşıyoruz.Yorgunuz ama otele gitmeden Gece Pazarına gitmek istiyoruz. Tercihimiz Go Go barların olduğu Patpong yerine nezih atmosferi olan Suan Lum gece pazarı.

Tayland mutfağı çok zengin ve değişik. Abartmıyorum yiyecek bulabileceğiniz yerler 24 saat açık. Fiyatlar çok ucuz.Elbette benim tavsiyem deniz ürünleri ve tropik meyveler. Suan Lum’a giderken yolumuz üzerinde Siam Paragon Alışveriş Merkezine gidiyoruz. Burası çok büyük. İçeride opera salonu ve 300 bin deniz hayvanının olduğu dünyanın en büyük akvaryumu var. Gece pazarı gezimiz sonrası otel yakınında bir masaj salonuna girerek günün yorgunluğunu atıyoruz. Yarın Bangkok’taki son günümüz. Son günümüzü Bangkok’a 75 km. uzaklıkta bulunan Ayutthaya’ya gidiyoruz.Yol boyu okuyorum.

Okuduklarımdan;

Burasının Tay Krallığının başkenti olup başkent olduğu süre içerisinde farklı hanedanlara mensup 33 kralın hüküm sürdüğünü, Ayutthaya’nın 1350 ile 1767 yılları arasında, Tay Krallığının daha sonra da Siyam Krallığının başkenti olduğunu, Kral U Thong tarafından kurulan şehrin kuzey güçlerinin Tay halkını güneye sürdüğünden beri başkent olan Sukhothai’nın yerini aldığını, şehrin 1767 yılında Burmalılar tarafından yıkılana kadar 417 yıl boyunca gelişmeye devam ettiğini, bugünkü yıkıntıları,kuleleri ve 400’den fazla manastırı ile Bangkok’tan gelen günü birlik turistler için bir cazibe merkezi olduğunu,

Öğreniyorum.

Şehrin merkezinde antik bir saray bulunuyor. Sarayda Wat Phra Si Sanphet Tapınağı dikkatimizi çekiyor. Bu tapınakta 2.Ramathibodi tarafından yaptırılan 16 metre boyunda ve 170 kg ağırlığında altından yapılan Buda heykeline ev sahipliği yaptığını, şehri işgal eden Burmalıların altını eritmek için heykeli ateşe verdiklerini duyuyorum.

Burma işgaline kurban giden daha erken döneme ait eser ve yapıların orijinallerine sadık kalınarak restore edildiğini, 1956 yılında Tay Hükümetinin tüm tarihi şehirleri restore etmeyi üstlendiğini, o sene aralarında 15. yüzyıla ait olan Stupalarda dahil olmak üzere birçok yapının restore edildiğini(Meraklısına Not:Stupalarda Ayutthaya krallarının külleri muhafaza edilmektedir) öğreniyoruz.

Altın Dağ Pagodası olarak bilinen Chedi Phu Khao Thong Tapınağına gidiyoruz şimdi. Burası Ayutthaya’nın kuzeyinde yer alıyor ve 80 metre yüksekliğinde. 1569 yılında Burma Kralı Burengnong tarafından işgalin bir nişanesi olarak yaptırıldığını öğrendiğimiz tapınak Burma tarzında inşa edilmiş.

Şehrin biraz dışında yer alan Wat Yai Chai Mongkon ise Kral U Thong adına 1357 yılında inşa edilmiş,1592 yılında Kral Naresun, fil sırtında yapılan düelloda Burma Veliahdını öldürdükten sonra zaman kaybetmeden bu tapınağa Chedi Phu Khao Thong’daki eşitlenmesi için eklemeler yaptırılmış. Burası çukurda kalmasına rağmen çok uzaklardan görülebiliyor.

Son olarak İkiz Tapınakları göreceğiz. Chi Kun ve Naresun yollarının kesiştiği yerde bulunan Wat Phara Mahathat’ın 1384 yılında Kral Ramesuan tarafından yaptırıldığını, 1956 yılında yapılan yenileme çalışmaları sırasındaki kazılarda bir hazine sandığı bulunduğunu, sandığın içinden altın bir kutu içinde Buda’nın kutsal emanetleri, birçok altın Buda heykeli,altın, zümrüt ve kristalden yapılmış pek çok değerli eşya çıktığını öğreniyorum. Bunları Bangkok Ulusal Müzesinde gördüğümüzü hatırlıyorum.Tapınağın tam karşısında ikizi Wat Ratburan’ı görüyoruz. Yedinci Ayutthaya Kralı 2.Borommaratcha tarafından yaptırılan ve 1958 yılındaki kazı çalışmalarına kadar yer altında kalan eşyalar arasında krallığa ait giysiler, iyi işlenmiş altın ziynet eşyaları ve Buda heykelleri bulunduğunu duyuyoruz.

Bölgenin Tayland’lılar için manevi değerinin çok fazla olduğu hemen anlaşılıyor. Turumuz bitiyor ve Bangkok’a dönüyoruz. Yarın sabah rehberimiz gelerek bizi Pattaya’ya transfer edecek. Otele dönerek 22. katta bulunan havuza giriyoruz. 22. kattan şehir manzarası harika görülüyor. Havuzun etrafı orman gibi. Kendimizi orman içerisinde hissediyoruz. Havuz sonrası masaj vakti diyerek kendimizi yine Thai’lilerin parmaklarına teslim ediyoruz.

Tayland’da ilk parkuru tamamladık. Bir sonraki yazımda Pattaya’yı paylaşacağım.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

IV.BOLUM- FİDEL CASTRO ÖLMEDEN ÖNCE GÖRÜLMESİ GEREKEN EN GÜZEL ÜLKE...

IV.BÖLÜM-VAREDERO'DA YUNUS BALIKLARIYLA YÜZMENİN KEYFİNİ YAŞAYARAK EN İYİ PURO, EN İYİ ROM, EN İYİ KAHVE, EN İYİ SALSA ÜLKESİNE VEDA...

Zaman çok çabuk geçiyor. Eskilerin tabiriyle su gibi akıp gidiyor. Sabırsızlıkla beklediğimiz Küba seyahatinin son durağı olan Varedero’ya doğru yol alıyoruz. Ben dahil grupta herkesin Küba seyahatinin bitmemesini istediğine eminim.Burada da 2 gece kaldıktan sonra ülkemize döneceğiz. Küba’yla ilgili notlarım o kadar fazla ki yol boyu okumama rağmen bitiremedim. Varedero’ya giderken  fırsat buldukça yine okuyorum.

Okuduklarımdan;

Küba’da ortalama insan ömrünün 77 yıl olduğunu,

Küba’da çok fazla trafik kazası olduğu ve bunların çoğunun ölümle sonuçlandığını, ölüm nedenlerinin birinci sırasında trafik kazası, ikinci sırasında ise kalp krizinin geldiğini,

Sadece Küba’da doğanların Küba vatandaşı olabildiğini, bunun istisnasının Che Guevera olduğunu,

Küba’da öğrencilerin yarım gün okula gittiklerini, yarım günde gönüllü olarak sosyal projelerde çalıştıklarını,

Dünyanın en küçük kuşu “Zunzuncinto” ve en küçük kurbağasının Küba’da yaşadığını, Küba’lıların Küba bayrağını simgeleyen mavi,kırmızı, beyaz renklerinden dolayı Tocororo kuşunu da milli kuş olarak kabul ettiklerini,

Küba mutfağının çok zengin olmadığını, mutfakta baharatın hiç kullanılmadığını,

Ülkede iki çeşit muz yetiştiğini, bir tanesinin dilimlenerek kızartıldığını ve balığın yanında servis edildiğini,

Öğreniyorum.

Küba'nın Matanzas'a bağlı tatil bölgesi Varadero’ya varıyoruz. Fidel Castro’nun burayı gerek kendisinin İspanyol kökenli olmasından gerekse ülke ekonomisi için sadece İspanyol otellerine açtığını, bölgede otellerde çalışanlar dışında Küba’lı olmadığını, eskiden Al Capone’nun da burada güneşlendiğini, bölgede turistler için yunus çiftlikleri olduğunu, bu çiftliklerde yunuslarla yüzme imkanının bulunduğunu, hatta yunusların insanları öptüklerini okuyorum.

Otobüsten iniyoruz. Varedero’ya Atlas Okyanusunun keyfini sürmeye geldik.20 km. uzunluğundaki beyaz kumsalın ve denizin mutluluğunu yaşayacağız. Günlerdir yorulduk. 1950’li yıllarda Varedero A.B.D vatandaşlarının villaları ile dolu tatil kasabasıymış.

Burada kaldığımız iki tam gün boyunca muhteşem bembeyaz kumsalın,sığ ve berrak denizin keyfini yaşadık.Sabahın 6 sında kalkıp yüzerken bizden 4-5 metre ötede yan yana yüzen yunus balıklarından ilk önce ürktük, sonra yanımıza gelmelerini diledik ve bekledik.

Otelimizin güzel yemeklerinin hepimizin kilolarında katkısı olduğunu itiraf etmeliyim. Ben Varedero’nun dünyanın en güzel denizlerinden birisine sahip olduğunu düşünüyorum.

Akşamları esen rüzgarında bile salsa kokusu var. Küba’lılar için dans ve müzik inançlarına ve folklorlarına yansımış ikinci din adeta. Müzik bir Kübalı için hayatın vazgeçilmezlerinden biri. 2 günümüzde çok çabuk geçti. Şu an havaalanına gitmek üzere otobüsteyiz. Kaldığımız süre içerisinde bize daima torpil yapan hava birden patlıyor. Otobüsün silecekleri yağmurun hızına yetişemiyor. Hava birden kapkaranlık oluyor.

En iyi puro, en iyi rom, en iyi kahve, en iyi salsa ülkesine veda etme vakti geldi.

Hoşçakal gözlerinde sevgi tebessümü olan mutlu insanlar ülkesi.

Hoşçakal müzik ve dans.

Hoşçakal FIDEL ve KÜBA.

VIVA CUBA…