9 Ağustos 2012 Perşembe

ÇİN'İN FARKLI ŞÖLEN ŞEHRİ ŞANGAY...

Sabah kahvaltımızın ardından Çin’in en hareketli şehri olan Şangay’a uçuyoruz. Şangay Çin’in ticari merkezi ve “Doğu’nun Paris’i” olarak biliniyor. Ayrıca, 19 milyona yaklaşan nüfusuyla dünyanın en büyük şehirlerinden bir tanesi. Yılllar önce geldiğimiz Şangay’ı tanıyamıyorum.Büyük gökdelenler ve alışveriş merkezleri her tarafı sarmış yine. İlk olarak otobüsümüzle deniz kenarında “Bund” olarak bilinen hareketli rıhtımda bir gezi yapıyoruz. Burası eski ve yeninin, doğu ile batının garip bir karışımı olarak karşımıza çıkıyor. Koloniyel tarzda inşa edilmiş iş merkezlerinin, neoklasik kubbelerin, Yunan tarzı sütunların ve Gotik kulelerin yer aldığı The Bund Bölgesini çok seviyorum.
Huangpu Irmağı şehri ikiye bölüyor. Nehrin sol tarafı Bund karşı tarafına ise Pudong denildiğini öğreniyoruz. Şehrin tüm gökdelenleri adeta Pudong bölgesinde yer alıyor.

Nadir bulunan beyaz yeşim taşından yapılma iki tane Sakyamuni Buda Heykelinin bulunduğu Jade Buda Mabedini ziyaret ediyoruz. Bu heykellerin birinde Buda’nın otururken ve diğerinde ise uzanırken betimlendiğini ve yeşim taşından yapıldıklarını fark ediyoruz. Tapınakta sunağın hemen arkasındaki üç boyutlu duvar resmi ilgimizi çekiyor.

Ülkenin en ünlü alışveriş caddesi olan Nanjing Caddesinden geçiyoruz. İnsanalar üst üste. Hiçbir caddede böyle bir kalabalık görmediğimi düşünüyorum.

Steven Spielberg’in “Güneş İmparatorluğu” filminin bazı sahnelerinin çekildiği Peace Hotel’i görüyoruz. Renmin Guangchang’a yani Halk Meydanına geliyoruz. Burası harika bir meydan.Tüm görkemiyle Büyük Tiyatro karşımıza çıkıyor. Şanghay Şehir Planlama Sergi Sarayı ve Şanghay Şehir Müzesini fark ediyoruz. Yarın Şangay Şehir Müzesini göreceğiz.

Şehrin bu bölgesindeki bu binası olan 333.3 metre yüksekliğindeki Shimao Uluslar arası Plaza’yı görüyoruz.

Şimdi yemek zamanı. Yemek sonrası Akrobasi Show’una gidiyoruz. Özellikle motorsiklet gösterisine hayran kalıyor ve bu gösteriyi nefeslerimizi tutarak izliyoruz.

Otelimiz Shangai Penta Hotel. Çok merkezi. Otelimize yerleştikten sonra dolaşmaya başlıyoruz. Otelin yakınında bir park fark ediyoruz. Parkta Çin’lilerin çalan müziğe eşlik ederek dans ettiklerini görüyoruz. Kim tutar bizleri. Bizlerde onlara katılıyoruz.

Sabah kahvaltımızın ardından Şangay Müzesine gidiyoruz. 1952 yılında kurulan beş katlı binanın yüksekliğinin 29.5 metre olduğunu ve binanın gemi şeklinde tasarlandığını öğreniyoruz. Müzenin zemin katında taş ve bronz heykellerin, 1.Katında Seramiklerin, 2.Katında resim ve kaligrafi çalışmalarının, 3.Katında yeşimler, sikkeler ve mobilyaların sergilendiği salonları geziyoruz. Bol bol fotoğraf çekiyoruz.

Çıkışta rotamızda Çin’in en ünlü bahçesi olan Yuyuan Bahçesi keşif durağımız oluyor. Ming hanedanı döneminde 1577 yılında yapılan bu bahçe 5 dönüm büyüklüğünde. Bahçeye girer girmez mimarisine ve peyzaja bayılıyoruz. Kapıdan girince  yapay kayalık alan karşımıza çıkıyor. 14 metre yüksekliğindeki kayaların pirinç tozu ve kireç kullanılarak oluşturulduğunu, bahçe sahiplerinin bu kayalık alandan manzara seyrettiklerini öğreniyoruz.

Rehberimiz bahçenin 6 bölümden oluştuğunu söylüyor. Şimdi şanslı anlamına gelen ve misafirleri ağırlamak için kullanılan Sansui Hall ‘deyiz.Çıkışta gölet görüyoruz. Gölette yüzlerce kırmızı ve sarı renkte balık var. Parmağımızı uzatır uzatmaz yem vereceğimizi düşünerek geliyorlar. Noel Pavilion ve Wanhua Odası bölümündeyiz. Avluda 2 tane ağaç dikkatimi çekiyor. Ağaçların önündeki yazıdan birinin 70 metre,diğerinin 21 metre boyunda Maidenhair Ağacı olduğunu ve 400 yıl önce dikildiklerini okuyorum. Doya doya bahçeyi geziyoruz. Bol bol fotoğraf çekiyoruz. Çin mimarisine ve bahçelerine hayran olmamak mümkün değil. Bahçeden çıkar çıkmaz alışveriş alanlarıyla karşılaşıyoruz. Çin’liler yanınıza gelerek Rolex saat veya ünlü markaların çantalarının olduğunu söylüyorlar. İlgilenir görürlerse de sizi bırakmıyorlar. Evet derseniz izbe yerlerde bulunan bir binaya götürülüyorsunuz. Burada en ünlü markaların taklitleri var. Artık iş size kalmış. Çok pazarlık etmeniz gerekiyor.Akşamın geç saatlerine kadar alışveriş için süremiz var. Buluşma sonrası yemeğe gidip otele dönüyoruz. Bu akşam yine dün akşam gittiğimiz parka giderek dansa devam diyoruz.

Sabah otelimizden ayrılıyoruz. Ancak uçağımız 22.45 de. Dolayısıyla keşif devam ediyor.

Pearl TV Kulesindeyiz. 468 metre yüksekliği ile Asya kıtasının birinci dünyanın üçüncü büyük kulesi olan kulenin en üst noktasına çıkıyoruz. Şangay ayaklarımızın altında harika görünüyor.. 263 metrelik bölümden 259 metrelik bölüme indiğimizde ayağımızı bastığımız yerin tamamen camdan olması nedeniyle bir an içimiz ürperiyor. Bazılarımız cam üzerinde yürümeye çekiniyor. Bol bol fotoğraf çekiyoruz.Adrenalin yüklü güzel dakikaların da sonuna geliyoruz.

Otobüsümüzle Pudong Bölgesinde dolaşıyoruz. Rehberimiz burasının Pudong Kalkınma Bölgesi olarak anıldığını söylüyor. 429 metre yüksekliğindeki Jinmao Plaza’nıon 88 katlı olduğunu öğreniyoruz. Gökdelenler görsel bir şölen sunuyorlar adeta bizlere.

Hava kararıyor. Yanan ışıklar ile Şangay’ın muhteşemliğini bir kez daha yaşıyoruz.

Çin Halk Cumhuriyeti her geçen çok hızlı değişiyor. Bu değişim karşısında gördüklerinize inanamıyorsunuz. Çin büyük bir değişim içerisinde yollar, binalar, insanlar, araçlar aklınıza gelebilecek her şey değişiyor. Geçmişte her yer bisiklet dolu iken şimdi bisiklet yok denecek kadar az. Gençler harika bir eğitim alıyorlar. Çin’liler arık kendilerine bakıyor. Çin’li kadınlar çok bakımlılar.

Çin insanı sevgi dolu. Hiç kötü bakışlı Çin’li görmüyorsunuz. Çin bir masal, bir efsane gibi. Yazımın bu bölümünde yazdıklarımdan bir şey anlamadığınızı ve bir şeyler hissetmediğinizi biliyoruz. O nedenle de Çin’i görmeniz gerekir diyorum. Hem de Çin’i görmek için çok vakit geçirmemenizi öneriyorum.

Havaalanına geliyoruz. Çok yorgunum. Uçağa biner binmez gözlerimi kapatıyorum.

Gözümün önüne Çin insanının yüzü, yaşamı, evlerin sarı çatıları, ejderhalar, kırmızı renkler, trafik karışıklığı, Çin Seddi, Terra Cotta askerleri, Guilin, Mao geliyor. Harika bir müzik aletinin çıkardığı eşsiz melodi gibi kulaklarımda bir şarkı duyuyorum.

Gözlerimi açıyorum. İstanbul Atatürk Havaalanındayız.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

DOĞA SANATLARI SARAYI GUİLİN...

Uçağımız Guilin’de Liangjiang Havaalanına iniyor. Yerel rehberimizle buluşup şehre doğru yol alıyoruz. O da ne? Çift şeritli yolun orta refüjü 3-4 araç geçebilecek büyüklükte ve rengarenk çiçeklerle donatılmış. Adeta bir sanat eseri. Git git bitmiyor. Şehre kadar bize eşlik eden bu şahane manzara karşısında hepimiz etkileniyoruz. Şehre doğru yol alırken Guilin’i sevmeye başlıyoruz.

Guilin Vietnam sınırında ve tarçın ormanlarıyla meşhur bir şehir. Yemek öncesi Reed Flute Mağarasına doğru yol alıyoruz. Şehir çok düzenli.Burada Pekin ve Xian’daki gibi trafik karmaşası, kuralsızlık ve kalabalık yok. Her yer sakin ve düzenli.

Mağaraya ulaşmak için önce tırmanıyoruz. Bu tırmanışlar hızımızı azaltıyor. Mağaradaki kaya oluşumları dikkatimizi çekiyor. Mağaranın içerisindeki aydınlatmaya hayran oluyoruz. 2 saate yakın mağarada hem geziyor, hem fotoğraf çekiyor hem de serinliyoruz. Bu kireçtaşı mağarasının yaklaşık 180 milyon yaşında olduğunu öğreniyoruz. Doğa Sanatlarının Sarayı olarak nitelendirdiğim mağaradan çıkıyoruz. Kireçtaşının muhteşem oluşumlar yarattığı şölenden hepimiz fazlasıyla mutluyuz.

Çıkışta bir efsaneye göre, girişinde bulunan sazlıktaki kamışlardan flüt yapıldığına inanıldığı için mağaraya Sazlık flütü ismi verildiğini öğreniyorum. Çıkışta flüt satıcıları etrafımızı sarıyor. İnişimizde manzaralı ve görsel yönden çok zengin.

Karnımız acıktı. Doğru yemeğe gidiyoruz. Yemek sonrası Guilin şehrinin sembolü Elephant Trunk Tepesine doğru yol alıyoruz. Tepeye ulaştığımızda tepenin bir filin su içiyor şeklinde görüntüde olduğunu fark ediyoruz. Filin gövde altındaki yuvarlak boşluğu nedeniyle filin suda yüzüyor gibi göründüğünü düşünüyorum.

Sonradan efsaneye göre bir filin burada su içerken bıçaklanarak öldürüldüğünü öğreniyorum. Bol bol fotoğraf çekiyoruz.

Dönüşte resimlere konu olan ünlü manzaraları görebilmek için Fubo Tepesine çıkıyoruz. Her ne kadar zirveye tırmanmak yorucu da olsa zirveye varınca iyi ki çıkmışız diyoruz. Nehrin,dağların ve şehirdeki yapıların oluşturduğu muhteşem manzarayı seyrediyoruz.

Akşam yemeği sonrası otelde havuza giriyoruz ve sonrasında şehrin gece keşfi için Guilin sokaklarına çıkıyoruz. Otelimiz çok merkezi konumu olan Bravo Hotel. Yakınımızda açık gece pazarını buluyoruz ve saatlerce pazarın keyfini çıkarıyoruz.

Sabah Li Nehri gezimiz için otelden ayrılıyoruz. 1 saat otobüsle giderek limana varıyoruz. Burada bizi bekleyen tekneye biniyoruz ve gezimiz başlıyor. Sabah 09.30 dan 01.30 a kadar teknedeyiz.

Teknemiz güzel manzaralar eşliğinde ve nehir kıyısındaki yaşama tanıklık etmemizi sağlayarak ilerliyor.

Enfes manzaralarını tablolarda gördüğümüz ve böyle bir şey olamaz dediğimiz manzaranın içerisindeyiz şimdi.

Öğlen yemeğini teknede alacağız ve yemeğe kadar yukarıda fotoğraf çekiyorum. Nehir boyunca gür yeşilliklerle kaplı tepeleri görüyoruz. Çin’liler buraya boş yere cennetten sonra en iyi yer dememişler. Burası yüzlerce yıl şairler ve ressamlara konu olmamış.

Saat 01.30 da teknemiz Yangshuo’ya varıyor. Tezgahlarda el yapımı pek çok Çin motifli ürünlerin satıldığı küçük bir kasaba olan Yangshuo’yu da seviyoruz. Otobüslere binip Guilin’e doğru yol alıyoruz. Yarın sabah erkenden Doğa Sanatlarının Sarayı Guilin’e veda ederek Şanghay’a gideceğiz.

Şanghay’da görüşmek üzere.

7 Ağustos 2012 Salı

İLKLERİN İMPARATORU HUANG'IN TOPRAK ASKERLERİNİN VATANI XİAN...

Harika bir güne uyanıyoruz. Gerçi saat sabahın 5 i ama olsun. Kahvaltılarımızı kumanya olarak alıyoruz ve havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Bavullarımız bizden önce alanda. Yorulmadan Xian’a hareket ediyoruz. Bir saat kırk dakikalık uçuş sonrası Çin’in eski başkenti ve İpek Yolu’nun doğudaki son noktası olan Xian’a varıyoruz. Alanda yerel rehberimiz bizleri karşılıyor. Uçak çok fazla rotar yaptı. O nedenle doğruca öğle yemeği için lokantaya gidiyoruz. Öğlen yemeğinde patates kızartmasına talep çok fazla. Yemeğimiz bitti şimdi keşif zamanı.

Hep beraber M.S. 1370 yılında inşa edilmiş olan antik Şehir Duvarlarını ziyaret ediyoruz. Chang Hanedanı döneminde, MÖ.194 yılında yapılan surlara hayran olmamak mümkün değil. Xian şehrinin tamamen surlarla kaplı olduğunu ve surların 25 kilometre boyunca devam ettiğini öğreniyoruz. Manzaraya hayran olmamak mümkün değil. Fotoğraf çekiyoruz bol bol.

Sırada M.S. 652 yılında yapılmış olan Büyük Vahşi Kaz Pagodası ziyareti var. Burası, Xuanzang’ın meşhur rahibi tarafından Hindistan’dan getirilen büyük miktardaki Budist metinlerini barındırıyor. Tapınağın önünde Keşiş Xuanzang’ın heykelini görüyoruz. İçeriye girdiğimizde sıcağın artması nedeniyle kendimizi güneşten korumanın yollarını arıyoruz. Tang İmparatoru Gaozong öldüğünde oğlu imparator Zhongzong tarafından babası onuruna yaptırılan bu tapınakta Budist rahiplerle fotoğraf çektiriyoruz.

Akşam yemeği öncesi otelimize gidiyoruz ama dinlenme fırsatımız fazla olmuyor. Otelimizin adı Jianguo Hotel.Seyahatimizin her dakikası fazlaca dolu. Akşam Çin Mantısı eşliğinde Tang Hanedanı Show’unu izliyoruz. O renkler ve kostümler. Görsellik harika. Mantı ise enfes. Gözümüz,ruhumuz midemiz ziyafetten fazlaca nasibini alıyor.

Akşam otele gittiğimizde okumaya başlıyorum. Okuduklarımdan;

Xian’ın Çin’ce isminin Pinyin olduğunu, başkent olduğu dönemde dünyanın en büyük şehri olarak kabul edildiğini,

Tarihi İpek Yolunun başlangıcı olması nedeniyle eski dönemlerde herkesin bu şehre geldiğini, imparator tarafından beğenilmek için ressamlar, şairler, edebiyatçılar, aşçıların sürekli biribirleriyle yarıştıklarını, bu nedenle de şehirde kültürün çok geliştiğini,

Öğreniyorum.

Yine dolu geçecek bir güne uyanıyoruz.

Toprak Askerler ya da Terrakotta Ordusunu görmeye gidiyoruz.

1974 yılında bir köylünün tesadüfen bulduğu ilk Çin İmparatoru Qin Shi Huang’ın mezarı ve mezarı koruduğuna inanılan asker ile at heykellerinden oluşan Terrakotta Ordusunu görme heyecanı tüm grubumuzu sardı.

3 bölümden oluşan müzeye giriyoruz. İlk olarak 1 numaralı bölümdeyiz. Ön tarafta askerleri arkada ise savaş arabalarını görüyorum. Askerleri yüzlerindeki ifade birbirlerinden farklı. Heykelllerin yüzleri birbirine benzemiyor. Harika. Hepsi bir sanat eseri.

Burası çok büyük bir uçak hangarı gibi.Heykellerin açık havada bozulması nedeniyle bu yapının inşa edildiği söyleniyor. İçeride Terrakotta Askerleri orijinal savaş düzeninde sıralanmışlar(Heykelerin bir bölümü burada bulunmaktadır. Bu konuda Meraklısına Not kısmını okumanızı tavsiye ediyorum).

Yürürken daha dikkatli bakıyorum. Her savaşçının sadece yüz ifadesi değil saçları,şapkası,bıyığı,kıyafeti de birbirinden değişik. Bu durum esasında bizlere eserlerin her birinin ayrı ayrı yapıldığını, fabrikasyon bir imalat olmadığını gösteriyor.

1 numaralı bölümden çıkarak 2 numaralı bölüme giriyoruz. Bu bölümdeki kazıların halen devam ettiğini fark ediyoruz. 89 savaş arabasını çeken 356 at, 116 binek atı ve 900 asker heykelini görüyoruz. Heykellerin esasında renkli olduğunu ancak havayla temas sonucunda renklerin renklerin varlığını muhafaza edemediğini öğreniyoruz.

Şimdi 3 numaralı binadayız. Burada, savaş kıyafetleri giymiş ve komutan düzeyindeki 68 heykel görüyoruz.

Üç bölümden toplam 8000 den fazla asker-at-savaş arabası, silah çıkarıldığını öğreniyoruz. Alanı gezmek üç saatimizi alıyor. Sıcağa rağmen yorulmuyoruz(Meraklısına Not: UNESCO Kültür Mirasları listesinde bulunan Terra Kotta askerleri, 1970'li yıllarda ilk kez bölgede süren kuraklık sırasında kuyu açmak üzere çalışan 4 işçi tarafından bulundu ve önceden hakkında kesin bilgi olmayan yer altı ordusunu ortaya çıkarmak için arkeolojik çalışmalar başlatılmıştır.

Askerler ve mezar bölgesinin keşfini müteakip başlatılan çalışmalar bu askerlerin sıradan toprak asker ve heykeller olmadığını da ortaya çıkarmıştır. Zira yaklaşık 8 bin kişilik olduğu tahmin edilen dev yer altı ordusunun dönemin silahları, topraktan atları ve diğer araç ve gereçleriyle birlikte gömüldüğü ortaya çıkarılmıştır. Terra Kotta'ların en büyük ve şaşırtıcı özelliklerinden birisi her birinin yüzünün farklı olarak yapılmasıdır. İmparatorun ordusunda bulunan binlerce askerin heykeli, kıyafetlerinden ten rengine kadar, yüzleri bire bir taklit edilerek yapılmıştır. Halen küçük bir bölümü gün ortaya çıkarılan askerlerin tamamı, heykellerin kimyası halen çözülemediği için gün yüzüne çıkarılmamaktadır. Bunun başlıca nedeni heykellerin bir hafta içinde orijinal hallerini kaybederek toprak rengine dönüyor olmalarıdır.

Dev yer altı ordusundan bugüne kadar iki bin civarında askerin gün yüzüne çıkarıldığı, ancak boya ve renk hususunun hala gizemini koruması nedeniyle 6 bin civarındaki askerin yerleri tespit edildiği halde gün yüzüne çıkarılmadığı belirtilmektedir. Terra Kotta askerlerinin halen üç ayrı çukurda sergilendiği belirtilirken çukurlardan en büyüğü ağırlıklı olarak piyade askerlerin heykellerinden oluşan 1. Bölümdür. Bu gizemli ordu ayrıca sıradan bir şekilde dizilip, gömülmemiştir. Farklı rütbelerde ve sınıflarda olan askerler dönemin en ileri savaş nizamına ve stratejisine uygun şekilde, savaş meydanında savaşa hazır konumda durmaktadır.

Ordu, okçu birlikleri ile öncü, orta ve arka birliklerin yanı sıra destek birimlerinden oluşmaktadır. Çukurların birinde de imparatorun merasim taburu kendi düzeni içinde bulunmaktadır. Askerlerin yanında döneme ait 10 bin civarında bronz silah da durmaktadır. Dev yer altı ordusu bir define olarak nitelendirilmekte ve içerisinden çıkan unsurlarla o dönemin teknoloji, sanat ve kültür dünyasına ışık tuttuğu belirtilmektedir. Terra Kotta savaşçıları olarak da adlandırılan askerlerin ellerinde savaş öncesi hazır durumda tuttukları silahlarla gömüldüğü, silahların gerçek ve bronzdan olması nedeniyle günümüze kadar bozulmadan ulaşabildiği ifade edilmektedir.

Toprak askerlerin yapılış tekniği de dönemin teknolojisinin ne kadar ileride olduğunu gösterdiğine dikkat çekmektedir. Her bir asker ve atın kile şekil verilmek suretiyle yapıldığı, ardından heykellerde açılan bir delikle 300 ile 900 derece arasında fırınlandığı belirtilmektedir. Uzmanlar,deliklerin yüksek sıcaklıklarda çömleklerin patlamaması için açıldığını ve daha sonra kapatıldığını ifade etmektedirler.

İmparatorun mezarı ve Terra Kotta askerleri günümüzde hala gizemini koruyan dünyadaki eşsiz eserlerden biri olmasının yanı sıra yapılışındaki gizemleri ve azametiyle de ilginç bir hikayeye sahiptir. Tarihçiler, Terra Kotta'ların M.Ö. 210 yılında yapıldığını savunmaktadırlar. Çin'de "ilklerin imparatoru" olarak bilinen Çin Şı Huang, dönemin Cao beyliğinde doğmuş ve birçok beylikten oluşan tüm coğrafyadaki Çin uluslarını ilk kez birleştirerek tek devlet adı altında toplayan imparator unvanı alan ilk lider olarak tarihe geçmiştir. İmparatorun Çin'in 13 yaşında tahta geçtiği, aynı zamanda Çin Seddi'nin inşasını da başlatan imparator olduğu belirtilmektedir. Yapımında 700 bin civarında işçinin çalıştığı dev mezar 37 senede yapılmıştır. Bölgede 600 civarında yer altı ordusunun bulunduğu bunlardan 25'inin açıldığı tespit edilmiştir. Açılmayan birçok çukur hala gizemini korumaktadır. Açılan bazı çukurlar ise dev odalardan oluşmaktadır. Çukurların boş olma nedeninin imparatorun ani bir hastalıktan ölümü nedeniyle projesini tamamlayamaması şeklinde açıklanmaktadır.

Bu dev mezarı ve yer altı ordusunu yaptıran imparatorun o dönem çalışan tüm işçileri ya yaktırarak ya da kendisiyle beraber gömülmek üzere öldürttüğü de anlatılmaktadır.

İmparatorun mezarı yerin 36 metre altında bulunmaktadır ve bu ordunun öldükten sonra kendisini koruyacağına inandığı kaydedilmektedir).

Öğle yemeği için Müzeden ayrılıyoruz. Yemek sonrası hep beraber Çin’in en büyük camisi olan ve mimarisi ile hepimizin ilgisini çeken Büyük Cami’ye (Daqingzhensi) gidiyoruz. Cami'nin 742 yılında yapıldığını öğreniyoruz. Cami Çin mimarisinin tüm özelliklerini taşıyor. Burası bir külliye gibi yapılmış. Caminin minaresi 3 şerefeli. Halen ibadete açık olduğunu görüyoruz . 1000 kişinin aynı anda ibadet edebileceğini öğreniyoruz. Şahane eserden çıkıp alışveriş için mola veriyoruz. Akşam saatlerinde buluşarak yemeğe oradan da otele dönüyoruz. Yarın sabah erkenden Guilin’e yolculuk var.

Bakalım Guilin’de bizleri neler bekliyor. Guilin’de görüşmek üzere.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

MAO " ÇİN SEDDİNE ÇIKMAYANLAR GERÇEK ADAM SAYILMAZ" DEMİŞ... ASLINDA DOĞRUYU DA SÖYLEMİŞ...

Nasıl sevinçli olmayalım ki? Efsane Çin Gezimiz başlıyor. 1 sene önceden planlayarak programını oluşturduğum seyahatimiz Türk Havayolları'nın TK 20 sayılı seferiyle saat 00.35'de Pekin'e uçuş ile başlıyor. Enerji ve neşe doluyuz. 9 saat süren yolculuğumuz sonrasında yerel saatle 14.00'da Çin Halk Cumhuriyeti’nin başkenti Pekin’e varıyoruz(Meraklısına Not: Türkiye ile Çin arasında 5 saat fark vardır ve Çin saati Türkiye saatinden 5 saat ileridedir). İndiğimiz havaalanı Asya’nın en işlek dünyanın ise 2. En işlek havaalanı. Varışın ardından bizi bekleyen yerel rehberimiz ile buluşarak otobüsümüze yerleşiyoruz. Valizlerimiz ayrı bir otobüsle gidiyor. Otelimizin adı Mercure Downtown. Pekin’in merkezi otellerinden. Otele yerleştikten sonra akşam yemeği için çıkıyoruz ve Çin Mutfağını keşfe başlıyoruz.Yemek sonrası otele dönüp dinlenelim diyoruz. Zira yolculuğumuz başlayalı nerede ise saat farksız bir gün oldu.

Sabah kahvaltısıyla güne başlıyoruz. Kahvaltı sonrasında otobüsümüze binerek ilk olarak Tiananmen Meydanına oradan da Yasak Şehre gideceğiz. Öğle yemeğini yerel bir restoranda yedikten sonra eski adı Temiz Dalgalar olarak bilinen Pekin’de en iyi muhafaza edilmiş kral bahçelerinden biri olarak kabul edilen Yazlık Sarayı ziyaret edeceğiz. Yani çok gezeceğiz ve yorulacağız. Diğer isimleri,Pinyin, Per ve Beijing olan Pekin o kadar büyük ki yorulmamak mümkün değil. Eğer bir gün Pekin’i gören bir dostunuzla karşılaşır ve size “Ben Pekin’de hiç yorulmadım ki.” Derse bilin ki Pekin’i layıkiyle gezmemiştir.

Yola çıkar çıkmaz trafik dikkatimizi çekiyor. Otobüsler, kamyonlar ve bisiklet ve motorsikletler. Kuralsız bir şekilde seyrediyorlar.

Tiananmen Meydanındayız. Esasında bu meydana gelerek şehrin tam ortasına da ulaşmış oluyoruz. Zira, meydan tam şehrin göbeğinde yer alıyor. Tiananmen’in anlamı Çin'ce de “Dünyada Barış Yapma Kapısı ” imiş.

Dünyanın en büyük meydanındayız. Burası 40 hektarlık bir alan. 1 milyon kişiyi alacak kapasitede.

4 Haziran 1989 yılında bu meydanda toplanan Çin’liler ile dünyayı adını duyuran meydan şehrin en bilinen ve en önemli yeri. Çin’liler için bu meydana gelerek fotoğraf çektirmek ve çekilen bu fotoğrafı çerçeveleterek evlerinin görünen yerine asmak çok önemli. Kültür Devrimi yıllarında Çin Halk Cumhuriyeti Kızıl Ordusu geçit törenlerine, 1989 yılındaki öğrenci olaylarında ise yaklaşık 1 milyon insanın toplanmasına ve Çin ordusunun müdahalesine tanıklık eden bu meydan şimdi PEKMEZCİ Gezi Grubumuzun ziyaretine tanıklık ediyor. Ne kadar heyecan verici değil mi?

Yürürken karşıda Başkan Mao Zedong’ın Anıt Mezarını görüyorum. Meydan aynı Moskova Kızıl Meydan gibi. Orada da Lenin’in Mozolesi olduğu aklıma geliyor(Meraklısına Not: Mao Zedong Çin Halk Cumhuriyetinin kurucusudur ve ülkeyi , yaklaşık 27 yıl yönetmiştir.Mumyalanmış bedeninin bulunduğu anıt mezarı Tiananmen Meydanındadır).

Anıt Mezarın ziyaretinin mümkün olduğunu ancak çok sayıda Çin’linin ziyaret etmek istemesi nedeniyle saatler süren kuyruklar oluştuğunu öğreniyorum.

1958 yılında yapılan Halk Kahramanları Anıtı önündeyiz. Dikilitaş şeklinde olan ve granitten yapılan 38 metrelik anıt önünde fotoğraf çektiriyoruz. 38 metre yüksekliğindeki anıtın 1989 yılındaki demokratikleşme hareketleri sırasında halkın buluşma merkezi olduğunu öğreniyorum.

Meydan öylesine büyük ve uçsuz bucaksız ki her yer bize hem yakın hem çok uzak geliyor. Meydanda çok sayıda bina var. 1958-1959 yılları arasında devrimin onuncu yıl dönümü anısına yapılan on büyük binayı fark ediyorum. 

İşte Ulusal Halk Meclisinin toplandığı Ulusal Halk Sarayı, arkasında Titanyum ve camdan yapılmış dev kubbeli Büyük Çin Ulusal Tiyatrosu, Çin Ulusal Müzesi, Çin Tarih Müzesi ve Çin Devrim Müzesi.

Tiananmen Meydanındayız. Sıcak ve rutubet bizleri ilk günden pes ettirecek mi sorusunu sormaya başladık birbirimize. Yılmayız biz ne sıcaklar, ne soğuklar, ne yağmur ve fırtınalar yaşadık. Yıldık mı hiçbirisinden?

Tiananmen Meydanından çıkarak Yasak Şehir’ e doğru yürüyoruz. Biraz önce uzaktan gördüğümüz giden yola açılan kapı var. Kapının üzerinde Mao’un portresi bulunuyor. Bu kapıya “Göksel Huzur Kapısı” denildiğini, Çin Halk Cumhuriyetinin kuruluşundan itibaren Mao Zedong’un 1.5 ton ağırlığındaki portresinin burada asılı olduğunu, her yılın 1 Ekim günü portrenin yenisiyle değiştirildiğini(Meraklısına Not: 1989 yılında 3 Çin’li genç Mao’nun burada bulunan resmine yumurta atarken yakalanmışlar ve 17 yıl cezaevinde kaldıktan sonra 2006 yılında serbest bırakılmışlardır).

Yasak Şehir’deyiz. Burası da çok büyük bir alana yayılmış. 70 hektara yayılmış alanda saraylar, avlular ve bahçeler var. 500 yıl boyunca bu bölge halka kapalı tutulduğu için adı Yasak Şehir olmuş. Ama burasının esas öneminin girmesinin yasak olduğu kadar çıkmasının da yasak olmasından kaynaklandığını, imparatorun izni olmadan buraya giriş ve çıkışın yasak olduğunu öğreniyorum.

Gezdiğimiz alan dünyadaki en büyük saray kompleksi. Sarayda 9999,5 oda bulunuyor. Peki neden 10.000 değil de 9.999,5 oda. Zira Çin’lilere göre sadece cennette 10.000 oda bulunuyor. Sarayın duvarları kırmızı. Çatıları ise sarı. Sarının İmparatorluk rengi olduğunu ve İmparatorluk ailesine mensup olmayan kişilere yasak olduğunu öğreniyorum.Binaların çatısında ejderha heykelciklerini görüyorum.

700 yıl boyunca 24 imparator ve ailesinin yaşadığı Yasak Şehirde dolaşıyoruz. Severek izlediğim Son İmparator filmine set olmuş Yasak Şehir (Meraklısına Not: Son İmparator 1987 A.B.D yapımı Oscar ödüllü filimdir.Çin hanedanı Qing'in son Hakanı Puyi'nin yaşam öyküsünü konu almaktadır. Mark Peploe ve Bernardo Bertolucci tarafından yazılan Bertolucci tarafından yönetilen bu filmle ilk kez Çin hükümeti Yasak Şehir'de film çekimine izin vermiştir).

1420 ile 1644 yılları arasında Ming Hanedanının yaşadığı, 1860 yılında İngiliz ve Fransızların işgaline uğrayan son Çin İmparatoru Puyi’nin 1911 yılında ülkeden gönderildiğinde de kapatılarak Kamuya devredilen Yasak Şehrin 1987 yılında UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesine dahil edildiğini öğreniyorum.

Yasak Şehir çevresinde toplam 5 kapı olduğunu, Şehrin ana giriş kapısı olan Meridyen Kapısından geçtikten karşımıza ikinci bir kapı çıkıyor. Burası Büyük Uyum Kapısı. Kapının yanlarında bronz aslan heykellerini görüyoruz. Karşımıza 3 tane saray ve avlu çıkıyor. Buradaki 3’ ün önemini anlatıyor Çin’li rehberimiz. Üçün Buda’yı ve Taocu üç saflığı simgelediğini öğreniyorum. İlk sırada yer alan Büyük Uyum Sarayı, ikinci sırada yer alan Orta Uyum Sarayı ve 3. Sırada yer alan Uyumu Koruma Sarayını geçiyoruz. İmparatorluk bahçelerine geliyoruz. Taş döşemeler hepimizin dikkatini çekiyor. Yasak Şehirden Kutsal Savasçı Kapısını kullanarak çıkıyoruz. Karnımız acıktı ve lokantamıza giderek Çin yemeklerini keşfe devam ediyoruz.

Yemek sonrası önce İnci satış mağazasına oradan da 12. yüzyıldan kalma Yazlık Saraya doğru gidiyoruz. Burası Pekin'de görmemiz gereken en önemli yerlerden. UNESCO'nun koruma altına aldığı Yazlık Sarayın Çin'in en büyük imparatorluk bahçesi olduğunu öğreniyoruz. Çin mimarisinin doğal ortamla bütünleştiği bahçede suni bir göl bulunuyor. Suni de olsa bahçe Kunming Gölü'nün kıyısında olması nedeniyle harika bir manzarayla bizi karşılıyor. Bir zamanlar Qing Hanedanının yazlık konutu olarak kullanılan sarayın bahçesinde uzun bir koridor bulunuyor. Koridorda yürürken Çin mitolojisinden sahnelerle karşılaşıyoruz.

Yorulduk. Hep beraber oturuyoruz. Şarkılar söyleyerek çoşuyoruz. Gezelim Tozalım programının yapımcısı ve sunucusu sevgili dostumuz Gafur UZUNER ile ressam arkadaşım sevgili Hüseyin YILDIRIM program için çekim yapıyorlar. Çok keyifli dakikalar geçiriyoruz. Akşam yemeği sonrası yorulanlar otele dönüyor. Biz ise Pekin’in gecesini yaşamak üzere yollara düşüyoruz.

Otele geldiğimizde yorgunum ama okumam gereken notlar var.

Akşam yatmadan önce elimdeki notları okuyorum.

Okuduklarımdan;

Çin'in 5000 yıl geriye uzanan bir yazılı tarihi olduğunu,

Günümüz medeniyetinin temel taşlarını oluşturan kâğıt, barut, pusula ve matbaacılık gibi pek çok buluşun kökenlerinin Antik Çin medeniyetine dayandığını,

Çin Halk Cumhuriyeti’nin son yıllarda, yapmış olduğu atılımlarla ve politikalarla, dünyanın en önemli ekonomik güçlerinden biri haline gelmeye başladığını,

2020'lerde Çin Halk Cumhuriyeti'nin dünyanın en zengin ekonomisi olacağının öngörüldüğünü,

Dünyanın alan olarak en büyük dördüncü ülkesi olan Çin Halk Cumhuriyetinin yaklaşık 1.5 milyar nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesi olduğunu,

Dünya nüfusunun yaklaşık altıda birinin Çin Halk Cumhuriyetinde yaşadığını,

Binlerce yıl süren hanedanlar yönetiminin milliyetçilerin 1912'de yönetimi ele geçirmesi ile son bulduğunu, 1949'da milliyetçileri yenmeyi başaran Komünist Çinlilerin Mao liderliğinde ülke yönetimini ele geçirdiklerini,

Mao’nun sosyalist bir devlet kurmak için çalışmaya başladığını, Stalin'in ölümüyle ülkede bir süre daha özgürlükçü bir atmosferin hakim olduğunu,

Zamanla eleştirilere kapalı ve birleştirmeyi öngören düzenlemeleri büyük başarısızlığa uğrayan Mao’nun politik açıdan zor durumda kaldığını, bu başarısızlığın 1960'larda partinin Maoistler ve pragmatistler olarak ikiye ayrılmasına neden olduğunu,Mao’nun aktif siyasetten çekildiğini,

Daha sonra, Mao’nun ordu tarafından desteklendiğini, bu nedenle "kültürel devrim" adıyla yeni bir dizi çalışmayla politik hayata aktif olarak geri döndüğünü, zamanla çevresindeki hemen herkesle arası açılsa da, 1976 yılında ölene kadar kültürel devrimine devam ettiğini,

Mao’nun kültürel devrim üzerine düşüncelerini "Küçük Kırmızı Kitap" başlığıyla yayınladığını,bu kitabın ordunun da desteğiyle kısa sürede milyonlarca çoğaltılarak halka dağıtıldığını, kapitalizmi seçen herkese karşı bir çeşit savaş açan Mao’nun edebiyat ve sanat alanında da yoğunlukla propaganda içerikli sosyalist gerçekçilik akımını savunduğunu,

Mao’dan sonra Zhou En Lai’nin başbakan olduğunu, Zhou’nun 8 Ocak 1976 tarihinde 78 yaşında öldüğünde Çin Komünist Partisi içinde "ılımlılar" ve "radikaller" olmak üzere iki kutup oluştuğunu, radikalleri 82 yaşındaki Mao Zedong'un eşi Chian Chin’in yönettiğini, Chou ölünce, Başbakanlığa Deng Şaoping'in gelmesi beklenirken Hua Kuo-Feng’in Başbakan olduğunu, Mao 9 Eylül 1976'da 72 yaşında ölünce eşi Chiang’in yönetiminde etkinliğini devam ettirmek istediğini, ancak Başbakan Hua’ın, hem parti başkanlığını ve hem de Askeri Komite Başkanlığını ele geçirdiğini ve Mao'nun eşi ve üç taraftarını tutuklandığını, bu şekilde radikallerin kaybettiğini,

Çin Milli Kongresinin Şubat 1978'de, 1985 yılına kadar gerçekleştirilecek "Dört Modernizasyon Programı"nı kabul ettiğini, bu program ile; tarım, endüstri, bilim, teknoloji ve savunma alanlarının, 1985'e kadar çağdaş şartlara kavuşturulmasının öngörüldüğünü, programın maliyetinin 600 milyar doları bulması nedeniyle Çin'in yabancı sermaye teminine yöneldiğini, Komünist Partinin Mart 1978'de Deng Şaoping'i Başbakan Yardımcılığına seçmesi sonucu Çin’in Japonya’ya yanaşarak iki devlet arasında Şubat 1978'de 60 milyar dolarlık bir ticaret antlaşması imzalandığını, bu anlaşma ile Çin ve Japonya arasında 1937'den beri devam eden savaş halinin de sona erdiğini,.

Ağustos 1978'de Çin ile Japonya arasında " Barış ve Dostluk" antlaşması imzalandığını, Ekim 1978'de de Deng Şaoping’in Japonya'yı ziyaret ettiğini,böylece, Mao'nun ölümünden iki yıl sonra Çin’in batıya açılmaya başladığını,1978 yılından itibaren de Amerika ile yakınlaşmaya başlayan Çin’in bu ülkeden silah satın alımını başlattığını, halk tarafından hoş görülmeyen bu ticaretin kızgınlık yarattığını ancak bir devrime yol açmadığını,

Öğreniyorum.

Uykum geldi. Yarın insanlık tarihinin en büyük yapıtlarından biri olan Çin’in simgesi Çin Seddi’ne yolculuğumuz olacak. Uzaydan görülebilen tek insan yapımı yapıt olan Çin Seddi insan emeğinin en hayret verici başarılardan birisi olarak kabul ediliyor. Çin Seddinden sonra her iki tarafında Ming Hanedanı’nın ölmüş imparatorları için inşa edilmiş olan mezarlıkları koruduklarına inanılan insan ve hayvan figürlerinin bulunduğu Kutsal Yol arasından geçerek Ming Mezarlarını ziyaret edeceğiz. Yani farklı bir kültürün heybetli yapıtlarıyla renkli bir gün yaşayacağız.

Sabah uyanır uyanmaz ayaklarımı hissedip hissetmediğimi kontrol edeceğim diye yattığımdan kalkınca ilk olarak kontrolü yaptım. Her şey yolundaydı.

Çin Seddine doğru hareket ediyoruz. 69 kilometre sonra bu efsaneyi göreceğim.Yolculuk başlar başlamaz görüntülerde değişiyor. Yol boyu bisikletleriyle yüklerini taşıyan Çin’li köylüler dikkatimizi çekiyor.

Çin’lilerin Çin Seddini yapma nedeni olarak çeşitli görüşler var. Bazıları Çin’liler Çin Seddini Türkler ve Moğollardan korunabilmek için yaptılar derken( ki Çin’liler bunu kabul etmezler), bazıları Çin’li yöneticiler ve imparatorların ülke halkının boş kalmaması ve kendilerine baş kaldırmaması için çalıştırılmak amaçlı bu yapının yapıldığını söylerler. Diğer bir görüş ise ülkenin tek bir yönetim altında birleşmesi sonucunda ülkeden kaçışların önlenmesi için bu duvarın yapıldığıdır.

Elimdeki notları çıkarıyorum. Okuyorum. Okuduklarımdan;

Çin Seddinin uzunluğunun 5.500 km. olduğunu,

Çin Seddinin günümüzde 2.414 kilometresinin görülebildiğini ve bunun Ming Hanedanı döneminden kaldığını,

Toplam 1 milyon insanın bu eser için çalıştırıldığını, yapıma başlanılan ilk yıllarda sadece suçlular, askerler ve kölelerden oluşan işçilerin 300 bininin çalışırken öldüğünü,

Duvarların içleri toprak ve küçük taşlarla doldurulan çuvalların büyük duvarlarla örülmesiyle yapıldığını,

Duvarların ortalama 6 metre yüksekliğinde ve 7 metre genişliğinde olduğunu,

Dünyanın en uzun savunma duvarı olan Çin Seddinden sonra dünyanın en uzun ikinci sur duvarlarının Diyarbakır’da olduğunu,

Çin Seddi’nin uzaydan görülebilen, insan yapısı tek mimari eser olduğu şeklinde görüşler olduğunu,

UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesine alınan Cin Seddi’nin 7 Temmuz 2007 tarihinde “Dünyanın 8’nci Harikası” olarak kabul edildiğini (Meraklısına Not: Dünyanın Yedi Harikası, tamamı insanoğlu tarafından inşa edilmiş, olağanüstü antik yapı ve yapıtlardır. 7 Harika 1.Mısır Piramitleri,2.İskenderiye Feneri,3.Babil'in Asma Bahçeleri,4.Efes'teki Artemis Tapınağı,5.Olimpos'taki Zeus Heykeli,6.Kral Mausoleus'un Mozolesi,7.Rodos Heykeli’dir. Ayrıca, İsviçre merkezli "New7Wonders Vakfı", dünyanın yeni 7 harikasını belirlemek için başlattığı yarışmaya 21 finalist eser katılmıştır. Dünyanın dört bir yanından yaklaşık 100 milyon kişi cep telefonu ve Yeni Yedi Harika, New7Wonders.com adlı internet sitesinde 6 yıl boyunca oy kullanarak dünyanın yeni 7 harikasını seçmiştir. Oylama 7 Temmuz 2007'de (07/07/07) sona ermiş ve dünyanın yeni 7 harikası, Portekiz'in başkenti Lizbon'da ilan edilmiştir. Dünyanın yeni 7 harikası; Ürdün'deki Petra Antik Kenti, Çin Seddi, Brezilya'daki Kurtarıcı İsa Heykeli, Peru'daki Machu Picchu Antik Kenti, Meksika'daki Chichen Itza Piramidi, İtalya'nın Roma kentindeki Kolezyum ve Hindistan'daki Tac Mahal Anıtmezarı olarak açıklanmıştır).

Öğreniyorum.

Çin Halk Cumhuriyetinde bir söz vardır. Mao’nun ifade ettiği söylenir. “Çin Seddine çıkmayanlar gerçek adam sayılmazlar”.

Başlıyoruz Çin Seddine yürüyerek çıkmaya. Çin Seddi çok dik ve engebeli. Çıkması da çok zor. Ama kaçış yok. Tırmanacağız.

Tırmanıyoruz. Tırmanıyoruz bitiremiyoruz. Yorulunca merdivenlerde ya da duvarda oturup dinleniyoruz. Ama pes etmeden parkuru tamamlıyoruz. Manzara harika. Şaşırmamak ve hayret etmemek mümkün değil insanoğlu nasıl başarabildi diye.

Her çıkışın bir inişi var elbette ama bu iniş çok farklı. Oldukça zor geçen inişin ardından ter içinde buluşma noktasına ulaşıyoruz. Öğle yemeğine doğru yol alıyoruz.

Pekin’e dönerken yolumuzun üzerinde bulunan Çin tarihinde önemli bir yere sahip olan Ming Hanedanı'na ait olan Hanedanın 13 imparatorunun ihtişamlı mezarlarının bulunduğu Ming Mezarlarına doğru gidiyoruz.

Gideceğimiz bölgede Ming Hanedanlığı İmparatorlarının 13 mezarı bulunuyor. İmparator Zhu Di’nin ölümünden sonra gömülürken 16 cariyesinin de canlı canlı gömüldüğünü okuyorum ve tüylerim diken diken oluyor.

Otobüsten iner inmez şeftali satan köylüler etrafımızı sarıyor. Şeftaliyi özlemişiz ama nerede Bursa’nın yarma şeftalisi diyoruz.

Mezarları geziyoruz. Çıkışta hep beraber “Pekin Ördeği” yemeğe gidiyoruz. Sevmeyenimiz yok gibi. Pekin günlerimizin sonuna geldik. Pekin’i, Çin’i ve Çin’lileri sevdik galiba.

Yarın sabah erkenden Xian’a doğru yola çıkacağız.

Xian’da görüşmek üzere.


3 Ağustos 2012 Cuma

GEZGİNLERİN GÖRMEZSE GEZGİN SAYILAMAYACAĞI YERDİR FLAM (FLAMSBANA)…

Sizi National Geographic Belgeselinde hissettirecek bir yolculuğa çıkarmak istiyorum. Bu seyahati imkanı olan tüm Gezginlerin yapmasını tavsiye ediyorum. Esasında tren yolculuğu her zaman yorucu bir seyahattir bilirsiniz. Ancak bu yolculuk bizi yormayacak. Yine muhteşem manzaralar göreceğiz. Altından çağlayanların bile geçtiği rayların üzerinde seyredeceğiz. Yolculuğumuzun inanılmaz geçeceğini biliyorum.

Sabah erkenden yürüyerek Tren Garına geliyoruz. Flam Trenine biniyoruz. Ancak yolculuğumuz aktarmalı. Önce Myrdal’a gideceğiz. Burada aktarma olacak ve Flamsbana Dağ Trenine bineceğiz.

Myrdal’dayız. Flamsbana Trenini bekliyoruz. Hava oldukça soğuk. Temmuzda olduğumuza inanamıyorum. “Hava ayaz mı ayaz.Ellerim ceplerimde” şarkısını mırıldanıyorum. Deniz seviyesinden 865,5 metre yüksekteyiz. Birazdan gelecek olan tren bizi denizden 2 metre yükseklikte bulunan Flam kasabasına götürecek. Yanlış okumadınız. Deniz seviyesinden 865,5 metre yükseklikten, 2 metre yüksekliğe ineceğiz. Ne kadar heyecan verici değil mi?

Myrdal Tren İstasyonu Flam Tren Yolu üzerindeki en yüksek istasyon. Bu istasyona karayoluyla ulaşmanın mümkün olmadığını da bilmenizi isterim. Sanırım bu açıklamalar karşısında heyecanımı daha iyi anlıyorsunuzdur.

Flamsbana Dağ Treni tüm heybetiyle geliyor. Etkilenmemek mümkün değil. O bir kahraman. Bu tren öyle bir kahraman ki dünyanın en dik tren yolunda seyredecek. 20,20 kilometre sürecek olan bu yolculuk esnasında 18 tanesi insan gücü ile açılmış 20 tünelden bizleri geçirecek.

Trene biniyoruz. Elimdeki notlardan yolculuğumuzu ve trenimizin özelliklerini okuyorum.

Okuduklarımdan;

Tren yolculuğumuzun 20,20 km süreceğini, rakım farkının 863,6 metre olacağını, üst istasyon olan Myrdal’de deniz seviyesinden 865,5 metre yukarıda iken 863,6 metre inerek Flam’a ulaşacağımızı, saatte ortalama 25 kilometre hızla gideceğimizi, 20 tünel,bir köprü,4 su tünelinden geçeceğimizi,

Öğreniyorum.

Trenin içerisinde herkesin heyecanı fark ediliyor. Bir mühendislik harikasına tanıklık etmenin öneminden bahsediyor sohbet ettiğimiz bir Hint’li.

Trenin camından Fjosfossen Şelalesini görüyoruz. Birazdan tren şelale yakınında duruyor. İki dağın arasında tüm heybetiyle akan şelalenin sesinden çok etkileniyoruz.Bol bol fotoğraf çekiyorum. Tren Görevlisinin uyarı düdüğüyle hepimiz trene biniyoruz. Tren hareket ediyor. Manzara olağanüstü. Ruhumuz ve gözlerimizde bayram sevinci var.

Her saniyemizin dolu dolu olduğu 60 dakikalık şölen sonrası Flam Kasabasına ulaşıyoruz. Flam’ın nüfusu sadece 400. Evet yanlış okumadınız Flam’da 400 kişi yaşıyor.

Fiyord turumuza daha 2 saat var. Önce Flamsbana Dağ Treni Müzesine giriyoruz. Burada aşama aşama tren yolunun yapımına tanıklık ediyoruz. Küçük müzeden etkilenmemek mümkün değil. Yürüyüş yapıp yemeğimizi yiyoruz. Artık Fiyortları görme zamanı.

Teknemiz hareket ediyor. Hareketle beraber martıların bizlere eşlik ettiğini fark ediyoruz. Dünya Mirası Listesindeki fiyortları fotoğraflarken Aslıhan’ın yemem için verdiği krakerlerin martıların dikkatini çektiğini görüyorum. Uzatınca elimden yemeleri karşısında tüm teknenin ilgi odağı oluyorum bir anda. Teknedeki herkes yiyecek veriyor bana ve Aslıhan’a martıları beslememiz için. Tüm martıların doyduğunu gönül rahatlığı içerisinde ifade edebilirim.

Teknemizin içinde dolaştığı fiyordların manzarasının doyumsuzluğu karşısında birazda rüzgarın etkisiyle sarhoş gibi hissediyoruz kendimizi. Sognefyord’un bir kolu olan Aurlandsfyord üzerinde başlayan yolculuğumuz Gudvagen’de bitiyor. Burada bizi otobüsler bekliyor. Otobüs’e biniyoruz. Voss’a kadar otobüs yolculuğumuz sürüyor. Voss’ta otobüslerden inerek bizi Bergen’e götürecek trene biniyoruz. Sabah 08'00 de başlayan yolculuğumuz 21.00 da bitiyor.

İnanılmaz bir gün yaşadık. Karlarla kaplı zirvelerin, gür otlakların, vahşi doğanını ve güzel dağ manzaralarının arasında süren bir yolculuk sonunda ulaştığımız Flam’dan bindiğimiz tekneyle fiyortlar arasında yolculuk yaptık.

Yarın sabah erkenden uçakla Stockholm’e gideceğiz. Bugünde güneşi batıramadık.

Stockholm’de buluşmak üzere..



ORTAÇAĞDAN KALMIŞ AHŞAP EVLERİYLE BİR FİLM PLATOSUNA BENZEYEN ŞEHİRDİR BERGEN...

ORTAÇAĞDAN KALMIŞ AHŞAP EVLERİYLE BİR FİLM PLATOSUNA BENZEYEN ŞEHİRDİR BERGEN...

Sabah erkenden orman içerisindeki otelimizden ayrılıyoruz. Tren Garındayız ama otobüse biniyoruz. Bir saatlik otobüs yolculuğu sonrası Bergen Trenine bineceğiz. Bergen Oslo’ dan yaklaşık 500 km uzaklıkta. Oslo’dan Bergen’e özellikle trenle gitmeyi tercih etmiştik. Zira, dünyada bilinen en önemli ve meşhur tren hatlarından birisinde yolculuk yapmanın ayrıcalığı demekti bu seyahat bizim için. Bu hattı kullanacak okurlarıma Oslo-Bergen arasındaki tren yolculuğunu yol boyunca görecekleri manzaralar nedeniyle gündüz yapmalarını öneriyorum.

1 saat sonra trenimize biniyoruz ve seyahatimiz başlıyor. Seyahatimizin başlamasıyla birlikte de kendimizi görsel bir şölende buluyoruz. Doğa harika. Tünellerden geçiyoruz. Dağlar karla kaplı. Temmuz ayında dağlarda kar elbette olur, bizim memleketteki dağlarda Dakar var diye konuşurken. Karın bize yaklaştığını ve bir süre sonra karla kalı yolları geçtiğimizi fark ediyoruz.Durduğumuz bir kasabanın her yanının karla kaplı olduğuna ve kar üzerinde insanların mangal keyfine tanıklık ediyoruz.

Trende bol bol fotoğraf çekiyorum.Myrdal’da tren boşalıyor. Flam’a gidecek olanların aktarma istasyonu burası. Yarın bizde buraya geleceğiz. Bu yolculukta her anınınız görsel bir ziyafet. O nedenle bir saniyesini bile kaçırmamaya çalışıyorsunuz. Şölenimin ve ziyafetimin hiç bitmemesini istiyorum ama Bergen’e geliyoruz. Bergen’de güzel bir hava karşılıyor bizleri. Yaşasın çok şanslıyız. Seviniyoruz. Nasıl sevinmeyelim ki? Yılın 300 günü yağmur yağan ve havanın kapalı olduğu Bergen’de yağmur yağmıyor ve hava güneşli.

Otelimiz Bergen Radisson Blu Hotel Norge. Tam merkezde ve Tren İstasyonuna çok yakın. 5 dakikalık bir yürüyüşle ulaşıyoruz. Hemen çıkıp keşfe başlıyoruz.Bergen insanın ruhunda güzellikler uyandıran bir şehir. Zaten aksi mümkün olamaz zira 6 saatlik bir doğa şölenini izleyerek buraya ulaştık.

Bergen 12. ve 13. yüzyılda Norveç’e başkentlik yapan bir şehir. Şu an Oslo’dan sonra Norveç’in en büyük şehri. Büyük ama Ankara’nın bir çok ilçesinden küçük. Nüfusu 235.000 civarında. Böyle olunca da keşfi oldukça kolay olacağa benziyor.

İlk olarak Balık Pazarıyla başlıyoruz keşfe. Balina eti dahil denizden çıkan her canlıyı bulabileceğimiz bir yer burası. Ama önce keşif diyerek pazardan çıkıyoruz. Kısa bir mesafe yürüyerek Unesco’nun Dünya Kültürel Mirası Listesinde bulunan Hansa Birliği evlerine ulaşıyoruz. Evlerin tamamı ahşap ve Alman tüccarların şehrin ekonomisine hakim oldukları dönemde yaptırdıkları bu binaların 18. yüzyıla kadar, özellikle balık ticaretinin merkezi olduğunu, şu anda da petrol şirketlerine ev sahipliği yaptığını öğreniyoruz.

Ahşap evlerin pencereleri ve önleri çiçeklerle süslü. Sokaklar ise daracık. Ortaçağdan kalan ahşap evlerin yaşlıların birbirine dayanması gibi birbirlerine yaslanarak ayakta durmaları çok etkileyici. Bu evlerin yüzlerce yıldır bozulmadan kalmış olmalarına hayret ediyorum. Kaybolmak istiyoruz ama kaybolmak mümkün değil ki. Kendimizi 1945 ler Avrupa’ sında çekilen bir filmin oyuncuları, ahşap evlerle dolu sokakları ise film stüdyosuna benzetiyorum. Hayal aleminde bir masal çekimindeyiz adeta.

Bergen tam bir üniversite ve kültür şehri.Klasik müzik bestecisi Edvard Grieg burada yetişmiş. Bergen yedi tepe ve yedi fiyord üzerine kurulmuş bir yarımada. 320 metre yüksekliği olan Floyen’e çıkmak üzere Finükelere ulaşıyoruz. Sadece çıkış için bilet alıyorum. İnişimizin doğa ve tarih şöleniyle olacağını bildiğimden yürümeyi tercih ediyoruz. Tepeye çıkınca Bergen’in harika görüntüsüne tepeden bakma şansını buluyoruz. Panoramik görüntü harika. YAŞASIN HAYAT diye bağırıyorum.

Tepeden yürüyerek önce ormanın içerisinden ve sonra keyifli dar ve ahşap evlerle dolu sokaklardan geçerek şehir merkezine doğru iniyoruz. Turizm Danışma Bürosuna giderek yarınki fiyort gezimiz için biletlerimizi alıyoruz. Gezi çok pahalı ama seyahatimizin olmazsa olmazı. Güneş halen tepemizde bakalım bugün batırabilecekmiyiz. Balık Pazarına giderek Balina, Somon, Yengeç tercih ediyoruz.

Tüm Bergen’liler dışarıda. Bu arada 8 bayanın bir tekneden yüzen bir adamın fotoğraflarını çektiklerini görüyoruz. Bir süre sonra yüzen adamın çıplak ve sarhoş olduğunu anlıyorum. Güvenlik görevlisi gelerek adamla konuşuyor. Adamcağız itiraz etmeden denizden çıkıp giyiniyor. Aradan 5 dakika geçiyor ki kendimi benimle gezenler bilir bu 8 bayanın fotoğraflarını çekerken buluyorum. Ben söylüyorum onlar yapıyorlar ve bu 8 bayanın havaya zıplarken, gülerken, ağlarken poz poz fotoğraflarını çekiyorum.

Bugün de güneşi batıramadık ve otele dönüyoruz. Saat gece yarısı 23.55.

Yarın Flam yönüne giden trene binerek Myrdal’da inip “dünyaca meşhur “Flamsbana Dağ Treni” ne binerek Flam’a gideceğiz. Oradan da Gudvangen’e kadar bir feribot ve fiyort yolculuğumuz olacak. National Geographic Travel Dergisinin 300 uzmanına göre, dünyadaki en güzel 115 yer arasında birincilik Norveç Fiyordları’nın.Yarın bizde dünyadaki 115 yer arasında birincilik alan fiyortlarda seyahat edeceğiz. Bakalım yarın bize ne gösterecek. Hangi değişik yerleri görme fırsatı yakalayacağız.

HEYKELLERDE DUYGU OLUR MU ? DEMEYİN ZİRA OSLO VİGELAND PARKINDAKİ HER HEYKELDE DUYGUYU BULABİLİRSİNİZ...

Heykellerde Duygu Olur mu? Demeyin. Zira Vigeland Parkındaki Her Heykelde Duyguyu Bulabilirsiniz….

Bu ayki yazımda farklı bir konuyla karşılaşacaksınız. Oslo’daki bir parktan, dünyanın en büyük heykel parkından bahsedeceğim. Dünyanın en büyük heykel parkında göreceğiniz 212 heykelden birisinde kendinizi bulacağınıza eminim. Gustav Vigeland’ın 1907 ile 1942 yılları arasında yaptığı 212 heykelin bulunduğu Vigeland Parka giriş ücreti bulunmuyor.

Öncelikle sizlere Gustav Vigeland’ı tanıtmalıyım diye düşünüyorum. 23 yaşına kadar değişik işlerde çalışan ve akşamları evinde ufak heykeller yapan Gustav en son çalıştığı işten haksız yere atılınca 23 yaşında Norveç’ten Paris’e Auguste Rodin’in yanına giderek 1 yıl boyunca heykel sanatının inceliklerini öğrenir. Vigeland ayrıca 1891 ile 1896 yılları arasında Paris’in dışında Kopenhag, Berlin ve Floransa'da da heykel üzerine eğitim alır. Esasında Gustav’ın yaşamını değiştirecek ve onu ünlü olmasını sağlayacak olan ölüm ve kadın-erkek ilişkisi kavramları bu yıllarda şekillenmeye başlar. Oslo'ya geri dönen Vigeland burada terk edilmiş bir atölyeye yerleşir. 1906 yılında tebeşirden bir anıt kale tasarlamasının ardından bu yapıtın Ulusal Parlamento binasının önündeki alana konulması kararlaştırılır. Ancak, yer anlaşmazlığı yüzünden sergilenemez ve heykelin tamamlanması gecikiir.Bu arada tasarıyı genişleten Vigeland farklı heykeltıraş öbekleriyle birlikte çalışarak 1919'da heykele yüksek bir granit sütunu ekler.

Oslo kent yönetimi 1921'de aldığı bir kararla Vigeland'ın yaşadığı evi yıktırır ve bunun yerine bir kütüphane kurar. Uzun bir bunalımın ardından Vigeland'a çalışmalarını sürdürmesi için yeni bir yer verilir. Sanatçı da buna karşılık olarak tüm çalışmalarını kent kütüphanesine bağışlar.

1924 yılında Nobels'deki yeni atölyesine taşınan sanatçı başlangıçta Frogner Park alanını yapacağı kale için eşsiz bir alan olarak görür. Vigeland bunu izleyen yirmi yıllık dönemde ürettiği tüm yapıtları bu açık hava müzesinde sergilenmektedir. Bu park günümüzde Vigeland Park adıyla bilinmektedir. 1907 ile 1942 arasında ölümünden bir yıl öncesine kadar yaptığı 212 heykel bu parkta sergilenmektedir. Heykeller ve heykellerin parktaki dizilişi insanoğlunun yaşam öyküsüdür.

Doğum,çocukluk,okul,iş,evlilik,ihtiyarlık,ölümün hepsini heykellerde bulmak mümkün. Her heykel insanı anlatmaktadır. Heykellerin duygusu olur mu? demeyin zira heykelllerin herbiri duygu yüklü. Heykellerde sevgiyi, umudu ve umutsuzluğu, mutluluk ve kederi, aile ilişkilerini,ölümün üzüntüsünü bulmak mümkün. Bereket ve güzellik için heykellerin dibinde çiçek ve su bulunması ise oldukça ilginç bir ayrıntı olarak karşımıza çıkıyor.

Heykelleri seyrederken kadının ailedeki gücünü, erkeğin öfkesini, çocuğun aileye getirdiği mutluluğu, saadeti, sevgiyi,şiddeti ve buna benzer bir çok duyguyu hissetmeniz mümkün.

Heykel galerisinin sonunda tek başına duran 17 metre yüksekliğinde, yekpare granitten yapılmış bir sütun bulunmaktadır. Bu sütun üzerinde tam 121 ayrı insan figürü vardır. Tamamı birbirine dolanmış, birbiriyle bütünleşmiş farklı yaş ve cinsiyette insanlardan oluşan bu heykeli görünce kendinizi yaşam şöleninde hissetmemek mümkün değildir.

Parkın sonunda yaşamın kaçınılmaz sonuyla karşılaşıyor ziyaretçiler. Melekler ölümü hatırlatıyor hepimize. Meleklerden sonra karşımıza çıkan ağaçlar ve onların yeşilliği ile doğumu ve yeni yaşamı hissediyorsunuz.

Böylesi güzel heykellerle ve derslerle dolu bir parkı görmek için bile gitmelisiniz Oslo’ya…

DÜNYANIN EN PAHALI ŞEHİRLERİNDEN OSLO’DA GÜNEŞİN BATTIĞINA TANIKLIK EDEMEMEK…

DÜNYANIN EN PAHALI ŞEHİRLERİNDEN OSLO’DA GÜNEŞİN BATTIĞINA TANIKLIK EDEMEMEK…
 
Uzun zamandır yeniden gitmek istediğimiz İskandinavya’ya bu kez güneşin hiç batmayacağı tarihlerde gidecek olmanın heyecanı sardı bizleri. Seyahatimizin ilk durağı Oslo olacaktı. Oslo’da 2 gece kaldıktan sonra trenle Bergen’e geçip 2 gece orada kalmayı ve elbette Flam trenini kullanarak Flam’a gitmeyi, Flam’da fiyord gezisi yapmayı, Bergen’den uçakla Stockholm’e giderek 2 gün kalmayı, oradan da uçakla Kopenhag’a geçerek 3 gün de bu şehri keşfetmeyi planladık. Yani cennetin kuzeyine yapacağımız bu yolculuk 9 gece 10 gün olarak dolu dolu geçecekti. Her zamanki gibi otelleri ve uçak ile tren biletlerimizi çok önceden aldık. İskandinavya’nın çok pahalı olması ve gideceğimiz döneminde en yüksek sezon olması nedeniyle bu seyahatin planladığımız rakamın üzerine çıktığını sizlerle paylaşmak isterim.

Bakalım bizleri neler bekliyor?

Lufthansa Havayollarıyla Ankara’dan Münih aktarmalı Oslo’ya geliyoruz. Oslo Havaalanı şehre uzak. Otele gitmek için tren bileti alıyoruz. Aldığımız bu tren biletinin Oslo’da kaldığımız süre içerisinde hem tren hem de otobüslerde geçerli olacağını öğreniyoruz. Trenin son durağında inerek otobüslere yönlendiriliyoruz. Sarı yelekli görevliler her yerdeler ve her an yardım ederek sizin yanlış yere gitmenize engel oluyorlar. Otobüsümüzün şoförü bayan. Verdiğim valizi kaldırarak otobüsün bagajına yerleştiriyor. Otobüs hareket ederek merkeze doğru yol alıyor. Bir süre sonra yine iniyoruz. Otelimiz artık buradan cok yakın.Sorduğumuz Norveçliler yürüyerek gidebileceğimizi söylüyorlar. Yürümeye başlıyoruz. Otelimiz Radisson Blu Park Hotel. Bir türlü karşımıza çıkmıyor. Yoldan geçen araçlar arasında taksi de yok. Bu arada yoldan geçen bir gence soruyoruz kalan mesafeyi. Daha devam diyor. Ben önde valizler arkada gidiyoruz. Yakın denilen yere 40 dakika oldu halen yürümekteyiz. Çölde göl veya deniz görmek nasıl imkansız ve serapsa Oslo’da da taksi görmek serap oldu bizim için.Ama durun oda ne serapta olsa üzerinde “Taxi” yazan bir araç geliyor karşıdan..Serap mı bu derken durduğunu görüyoruz. Hayır bu serap değil. Aslıhan’la hemen biniyoruz.Taksinin arkasında “O Şimdi Asker” yazıyor ama sürücüsü Türk değil. 3 dakika sonra oteldeyiz. 40 dakikalık zorunlu bir yürüyüş sonrası taksiyle 3 dakika sonra otele ulaşıyoruz. 3 dakika için ödediğimiz ücret 100 Norveç Kronu(13,5 €). Nasıl bozulduğumu söylememe gerek yok sanırım.

Yorgunuz. Hemen odamıza çıkıyoruz. Ancak, otelimizin ormanın içerisinde ve Kuzey Atlantik Denizinin tam kıyısında Oslo Fiyorduyla çevrili olması karşısında diriliyoruz. Sanki sabaha karşı 3 de uyanan biz değiliz. Orman içerisinde yürüyüş yaparak otobüs durağına ulaşıyoruz. Gelen otobüs bizi merkeze kadar götürüyor. Karl Johans Caddesinde Oslo Tren İstasyonu önünde otobüsten iniyoruz.

Karl Johans Caddesinde yürümeye başlıyoruz. Burası Oslo’nun en meşhur caddesi. Sonuna kadar yürüyelim diyoruz. Önümüzde sadece yayalara açık olan ve alışveriş dükkanlarının olduğu bölge çıkıyor. Yürürken sağda kafesiyle meşhur olduğunu okuduğum Grand Hotel önünden geçiyoruz. Karşımıza ilk olarak Parlamento Binası çıkıyor. Milli Tiyatro, Üniversite’yi geçerek Kraliyet Sarayına ulaşıyoruz. Cadde bitiyor. Dönerken ara sokaklardan geçelim diyoruz. Birden Ulusal Müze karşımıza çıkıyor. Hemen giriyoruz. Muhteşem bir resim koleksiyonuna sahip olan bu müzede Cezanne, Gauguin, Van Gogh, Matisse ve Picasso’nun eserlerinin seyrine doyum olmuyor. Edvard Munch’un çok meşhur olan "Çığlık" tablosunu görüyoruz(Meraklısına Not: Edward Munch Oslo’ya 24 bin eser bırakmıştır. Bunların çoğu 1963’te adına açılan müzede sergilenmektedir. Beş yaşında annesini kaybeden ve çocukluğu hastalıklarla geçen sanatçının acıları eserlerine yansımıştır. Munch Müzesi’ndeki "Çığlık" 2004’te çalınmıştır. Hırsızlar yakalanıp eser yerine konulana kadar olay Norveç halkı tarafından çok önemsenmiş ve siyasi otoritenin hırsızları bulması için baskı yapılmıştır. Ayrıca, "Çığlık"ın bir başka versiyonu da Edvard Munch Müzesi’nde sergilenmektedir).
  
Cadde bitti şimdi Oslo Limanındayız. İlk olarak sahildeki Belediye Binası dikkatimizi çekiyor. Önünde fotoğraf çekildiğini fark ediyoruz. Burası Nobel Barış Ödülünün verildiği salonun bulunduğu bina olmalı diye düşünürken. Düşüncemin doğru olduğunu anlıyorum. (Meraklısına Not: Bu binada sadece Nobel Barış Ödülü verilmektedir. Diğer Nobel ödülleri ise Stokholm’deki Belediye Binasında dağıtılmaktadır. Nobel Barış Ödülü, Alfred Nobel’in vasiyeti uyarınca, her yıl ulusların ve halkların kardeşliği, silah ve orduların azaltılması ve barış kongreleri düzenlemek için en çok çaba sarf eden kişi, kişiler veya kuruluşlara verilir.Nobel Barış Ödülü Oslo'daki Norveç Nobel Komitesi tarafından verilir. Bu komitenin üyeleri Norveç Parlamentosu tarafından seçilir)
Belediyenin yanında bulunan Akershus Kalesinin 1299’da yapıldığını ve içerisinde Nazilerin yaptığı zulmü gösteren bir Direniş Müzesi bulunduğunu fark ediyorum. Ama saat müzeyi ziyaret etmemiz için uygun değil. Eskiden tersane olan Aker Brygge’deyiz. Manzara inanılmaz. Kalabalığın arttığı fark ediyoruz. Saat 18.00 ama güneş tam tepemizde.

Yürümeye devam ediyoruz. Oslo Opera Binası önündeyiz.Mimarlık şaheseri bu yapıyı görünce ODTÜ Öğretim Üyesi sevgili dostum Kadri ATABAŞ’ı anıyorum. Öğrencilerine fotoğraf çekerek mimari şaheserleri göstermek için yurtdışındaki çabaları aklıma geliyor. Gelecek yıl beraber buraları tekrar göreceğimiz için seviniyorum.

Çok sayıda ödül alan mimarlık şaheseri olan Oslo Opera Binası için 500 milyon Euro harcandığını, sadece bu binayı görmek için Oslo’ya gelen turistler olduğunu, dünyada çatısında yürünebilen tek opera binasında bir gün opera veya bale izlemeyi diliyorum.

Binanın temel sahasının uluslararası standartlarda dört futbol sahasına eşit olduğunu, binada 1100 odanın bulunduğunu eşimle paylaşıyorum. Birlikte 32 metre yüksekliğindeki çatıya çıkıyoruz. Çatının keyif verici yatay, dikey ve köşegen hatlar ile tasarlandığını fark ediyoruz. Norveçlilerin çatıda oturup sandwiçlerini yediklerini,paten kaydıklarını görüyoruz. Binanın içerisine giriyoruz. Binada dört bar, restoran, mağaza bulunduğunu, tuvaletler dahil hepsinin gün boyu açık olduklarını öğreniyorum. Binanın en belirgin özelliğinin doğal taş ve camdan oluşan sert bir dış cephe ve meşeden oluşan yumaşak iç cephe olduğunu,çatının dış duvarlarının büyük bir kısmının, ön avlu ve fuayenin parlak beyaz Carrara mermerinden kaplandığını(38.000 adet olduğunu öğrendim),Kuzey tarafındaki dış duvar ve deniz önündeki bir bölgenin Norveç granit türü olan Buz Yeşili ile döşendiğini,öndeki ve batı tarafındaki halka açık alanlarda Oslofjord’u engellenmeden izleyebilmek için büyük cam duvarların kullanıldığını, bunlardan bir tanesinin içine çok büyük bir güneş paneli yerleştirildiğini, yağlanmış meşeden yapılmış kıvrılan yüksek bir duvarın opera binasının içerisinde harika bir görüntü oluşturduğunu, kıvrımların dış kısmının ham meşeden, kıvrımların iç kısmı ve tavanın ise pürüzsüz ak meşeden yapıldığını görüyorm ve elbette çok etkileniyorum. Beyazı görüp etkilenmemek mümkün mü? Beyaz saflıktır. Beyazı görüpte aklına kötü bir düşünce gelen var mı bilmiyorum.Yine Filozofluğum tutacak ama söylemeden edemeyeceğim. Saflığı, temizliği ve istikrarı ifade eden beyaz renk,ayrıca bütün renkleri de içinde barındır. Asaleti, soğukkanlılığı, masumiyeti, istikrarı ve devamlılığı temsil etmekle beraber insana huzur ve güven verir. Düşünce gücünün artmasına etkili olur. İşte beyazın etkisiyle mi mimarlık şaheseri olduğundan mı bilemem ama ben Oslo Opera Binasını çok sevdim. Tekrar kulaklarını çınlatıyorum sevgili Kadri ATABAŞ…

Ertesi günü “Hop On and Hop Off” otobüs turu ile Oslo’yu keşfetmek ve 2. Kattan fotoğraf çekmek arzusundayım. O nedenle Turizm Danışma Ofisine gidiyoruz. Ofis kalabalık dışarıda bekliyoruz. Beklerden Türkçe konuştuğumuzu duyan bir kişi gelerek Türk olduğunu ve ertesi günü otobüsü kendisinin kullanacağı söylüyor. Tanışıyoruz. Bilet satan kişi de Bulgar. Türk olduğumuz için indirim yapıyor bize.

Saat 20.00 ama güneş halen tepemizde.Tüm Oslo sokaklarda. Kolay değil. 12 ayın 2 ayı, başka bir ifadeyle 365 günün 60 günü güneş gören bir ülkedeyiz. Bu ülkede 10 ay hava kapalı. Güneş yok ve güneşe hasretler.

Dünyanın en huzurlu ülkesi olarak anılan Norveç’in başkentinin sokaklarında dolaşırken bazı binaların tamiratta olduğunu, devlet binalarının bazılarında plastik levhalarla kaplı olduğunu fark ediyorum. Bir süre sonra bunun nedeninin geçen seneki Oslo Katliamı olduğunu anlıyorum. Oslo’nun 1 sene önce 77 kişinin öldüğü 242 kişinin de yaralandığı bombalı saldırılarla gündeme geldiğini, Oslo'da bazı binalara bomba yerleştirdikten sonra iktidardaki İşçi Parti'nin Utoeya Adasındaki yaz kampına katılan gençlere rastgele ateş açarak öldüren Anders Behring Breivik'in "Müslümanların Norveç'i ele geçirmesini önlemek için" saldırıyı yaptığını ifade ettiğini hatırlıyorum. Terörü ve terörizmi bir kez daha lanetliyorum.

Saat 2.00 hava halen aydınlık ama biz yorgunuz. Otelimize dönüyoruz. Otelde her yer cıvıl cıvıl. Deniz kenarına iniyoruz. Elimde Norveç ve Oslo ile ilgili notlar var. Gece 22.45 te ışığa ihtiyacım olmaksızın rahatça okuyabiliyorum.

Fiyordlara karşı oturmanın keyfine doyum olmuyor    (Meraklısına Not: Fiyordlar: İskandinavya kıyılarında sık rastlanan jeolojik oluşumlardır. Bunlar, iki taraftan sarp kayalıklarla çevrili uzun, dar ve derin koylardır. Fiyordlar buzul aşındırması sonucunda oluşurlar. Onbinlerce yıl boyunca yağan karların birikmesiyle oluşan buzullara vadi buzulu denir. Kutuptaki buzlar gibi düz yüzeyler üzerinde oluşan buzullara ise kıtasal buzul adı verilir. Buzdan ırmaklar, günde iki santimetreyle bir metre arasında değişen bir hızla hareket ederler. Diğer ırmaklardan

çok daha güçlüdürler ve vadiler boyunca ilerlerken
bu vadilerin yamaçlarını kolayca aşındırıp taşırlar. Bu sayede Tekne vadi, U vadi denilen buzul vadileri oluşur. Bu vadiler kutup bölgelerinde deniz seviyelerine kadar inerler.Türkiye gibi orta enlem ülkelerinde vadi buzulları 2000m'ye kadar inmiştir.Buzul dönemlerinde buharlaşan sular yeryüzüne genel olarak kar olarak iner.Bugünkü gibi akarsularla yeniden denize taşınmaz.Karalar üzerinde kar ve buz olarak birikir.Uzun süreli bu döngü sonunda deniz seviyesi bu günkü seviyeye göre yaklaşık 130 metre alçalmıştır.Buzul vadileri -130 metre seviyesindeki denizlerde son bulmuştur. Buzul dönemi sona erip hava sıcaklıkları yükseldikçe vadi buzulları erimeye başlamış, daha yükseklere doğru çekilmiştir.Buzulların erimesiyle deniz seviyesi yükselmiş, geri çekilen buzul vadilerini yükselen deniz suları doldurmuş fiyordlar oluşmuştur.Ülkemizde vadi buzulları deniz seviyesine kadar inmediği için fiyord görülmez.Ancak 2000 metrenin üzerindeki dağlarımızda buzul aşındırma ve biriktirme şekilleri vardır.Sinop'taki Hamsilos koyunun fiyord olup olmadığı hususu halen tartışılır.Dünya'nın en büyük fiyordu, Norveç'deki Sogne (Sognefjorden) Fiyordudur).

Okuduklarımdan;

Norveç’in; dağların, buzulların ve ülkesi olduğunu,

Ülkenin güney bölümünün fotoğçılar için cennet olan sahil köyleri, muhteşem doğa manzaraları ve çok yönlü kent yaşamı ile dikkatleri çektiğini, burada bulunan Oslo’nun, fiyortlar, dağlar ve ormanlık tepelerle çevrili olup insanı büyüleyen coğrafik bir yapıya sahip bulunduğunu,

Güneyde bulunan Lillesand, Tvedestrand, Risor, Brekkesto ve Gamle gibi köylerin birer sahil incisi olduklarını,

Norveç'in batı sahillerinde bulunan fiyortların, Dünya Mirası Listesinde olduklarını,

Her bir fiyortun kendine has bir yapıya sahip olup en uzun ve en güzel manzaralı çağlayanların Geirangerfjord'da bulunduğunu,dünyanın en uzun fiyortu olan Sognefjord ‘un da burada olduğunu, Unesco'nun Dünya Mirası olarak kabul ettiği Naroyfjord’un bu fiyortun bir kolu olduğunu,

Ülkenin kuzey bölgelerinin, tabiatın sunmuş olduğu farklı ışık görüntülerine (The Northern Lights) ve gece yarısı havada asılı kalan (24 saat boyuca güneş görünür) güneşin sunmuş olduğu olağanüstü görüntülere(The Midnight Sun) sahip olduğunu, Norveç'in kuzey ucunun (The North Cap) deniz seviyesinden 307 metre yükseklikte olduğunu,

Norveç'in ikinci büyük buzulu olan Svartisen’in dünyadaki en güçlü anafor olan Saltstraumen ve sahil boyunca yükselen görkemli dağlar, insanı şaşırtan manzaralar sunduğunu,

Ülke coğrafyasının ve uzun kış mevsiminin imkan tanıdığı kış sporlarının ülke insanlarının yaptığı aktivitelerin başında geldiğini,

Öğreniyorum.

Uykumuz geliyor ama hava halen aydınlık. Odaya gidiyorum ve uyumaya çalışıyoruz.

Sabah kahvaltısı sonrasında yine ormanda yürüyerek otobüs durağına ulaşıyoruz. Otobüsten inerek bizi bekleyen “Hop On and Hop Off” otobüsüne biniyoruz. İlk olarak Vigeland Park’ta iniyoruz.

 Norveçli Mimar Gustav Vigeland’a ait 212 bronz ve granit heykelle süslü parkta bulunan tüm heykellerin çıplak olduklarını fark ediyoruz. Sanatçıya niçin giydirmediği sorulduğunda da sanatçının “Herhangi bir dönemle anılmalarını istemedim. Bu yüzden çıplaklar.” Dediğini öğreniyorum.Norveçlilerin bu parkı da aynen Opera Binası gibi hayatlarının içine kattıklarını, piknik ve gösteriler için kullandıklarına tanık oluyorum.

“Heykellerde Duygu Olur mu? Demeyin. Zira Vigeland Parkındaki Her Heykelde Duyguyu Bulabilirsiniz.” Park 24 saat açık. Parkı yılda 1 milyon kişi geziyor. Heykeller insanın doğumundan ölümüne hayat sürecini anlatıyor. Yaşamdan her şeyi bulmak mümkün heykellerde. Üzüntü,sevinç, keder,hastalık,kavga,oyun,aşk.

Ama tek mesaj “HAYAT TÜM GÜÇLÜKLERE RAĞMEN YAŞAMAYA DEĞER. ZATEN ONA BU DERECE DEĞER KAZANDIRAN DA BU GÜÇLÜKLER DEĞİLMİDİR?”(Kulakların çınlasın çilli İrem. Seni seviyorum.) Heykellerin en ünlüsü olan “Ağlayan Çocuk” önünde fotoğraf çektiriyoruz. Bir anda bu heykelinde çalındığını ve sonradan bulunduğunu hatırlıyorum.Parkın sonunda ki 17 metrelik granit dikilitaşın önüne geliyoruz. Dikilitaş üzerinde çok sayıda insan figürü görüyoruz. Park ve heykeller harika . Bu yazıda parkı anlatarak duygularımın kaybolmasına razı olamıyorum ve Vigeland Parkı ayrı bir yazıda yazmaya karar veriyorum. Oslo ile ilgili okuduğunuz bu yazımdan bir sonraki sayfada Vigeland Park yazımı okumanızı öneriyorum.

Otobüse biniyoruz. Nazar değdi havaya ve yağmur başlıyor. Norsk Folke Museum’a ulaşıyoruz. Burası halk müzesi ve Norveç’in çeşitli yerlerinden taşınmış 150’den fazla ev, kilisenin bulunduğu bir alan. Norveç halkının geçmişi ve yaşantısı hakkında fikir sahibi olmanıza yarayan harika bir proje. Oslo’ya gelen herkesin görmesi gereken bir Müze.

Kon-Tiki Müzesine giderek Thor Heyerdahl’un okyanuslarda gezdiği ve Büyük Okyanusu geçtiği salları orijinal haliyle görüyoruz ve bunun nasıl başarıldığına hayret ediyoruz. Thor Heyerdahl’un 1947’de Kon Tiki isimli salının hikayesini dinliyoruz ilk olarak. Thor Kon Tiki ile 1947’de Peru’dan Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki Polinezya’ya gidiyor ve eski medeniyetlerin okyanus aşırı seyahatler yapabildiğini ispatlıyor. 1970’de ise Raisimli Salıyla ile Fas’tan yola çıkıp Karayipler’e ulaşıyor. Meraklısına Not: Kon-Tiki Güney Amerikalıların, Ra ise Mısırlıların Güneş Tanrısının adıdır).

Çıkışta otobüsle Holmenkollen’e gidiyoruz. Burası Oslo’nun en pahalı evlerinin olduğu ve harika Oslo manzarasına sahip bir yer. Aynı zamanda kayakla atlama merkezi. 1952 Kış Olimpiyatları da burada yapılmış. Oslo ve Oslo Fiyordu tüm görkemleriyle ayaklarımız altına seriliyor bir anda.
Her gittiğimiz yer gösteriyor ki Norveç’lilerin gelenek ve görenekleri ile yaşam standartları çok ama çok yüksek.

Yoruluyoruz ve karnımız acıkıyor. Yemeği beklerken okuyorum.

Okuduklarımdan;

Norveç’in nüfusunun yaklaşık 5 milyon, Oslo’nun nüfusunun ise 650 bin olduğunu,

Danimarka ve İsveçliler gibi atalarının Vikingler oluğunu ve yıllarca İsveç ve Danimarka’lıların yönetiminde kaldıklarını,

1905’te bağımsızlığa kavuştuklarında Danimarka’dan bir prens getirip Kral yaptıklarını,

1960’lara kadar fakir bir ülke iken petrol ve gazın bulunmasıyla aniden dünyanın en zengin ülkeleri arasına girdiklerini,

1960-1970 arasında sürekli Pakistan’dan işçi göçü aldıklarını,

Dünyadaki en yüksek yaşam standardına sahip ülkelerden biri olduklarını ve bütçe fazlaları olduğunu, 2009 yılında bankada biriktirdikleri paranın 400 milyar dolar,kişi başı yıllık gelirin ise 71.674 dolar olduğunu,

Norveç'in işsizlik oranının ABD ve Lüxemburg gibi ülkelerden bile daha düşük olup dünyada kişi başına düşen milli gelir sıralamasında Lüxemburg'dan sonra ikinci sırada yer aldığını,

Asgari ücretin dünyadaki en yüksek olduğu ülkeler arasında da ikinci sırada bulunduğunu,

Erkeklerde yaşam ortalamasının 79, kadınlarda ise 83 olduğunu,

Öğreniyorum.

Yemek sonrası Viking Müzesine gidiyoruz. Burada 800 ile 1050 yılları arasında Avrupa sahillerinin teröristi Vikinglerin gemilerini görüyoruz.Oslo Fiyordu’nda 1867 ile 1904 yılları arasında bulunan ve ünlü kişileri gömmek için kullanılan üç geminin iyi korunduğunu fark ediyoruz. Müzede Vikinglere ait eşyaların sergilendiği bölümde ilgimizi çekiyor.
Roald Amundsen’in kutuplara yolculuk yaptığı Fram (İleri) gemisinin sergilendiği Fram müzesine giriyoruz. 1892 yılında yapılan gemiyle Amundsen 1912’de Güney Kutbu’na ulaşan ilk insanın zaferine tanıklık ediyoruz.
Hava halen aydınlık ama biz oldukça yorgunuz. Temmuz ayındayız ama sıcaklıkta 16 derece

civarında ve üşümeye başladık. Sabah ise erkenden
Bergen’e tren yolculuğumuz olacak. Dolayısıyla dinlenme vakti geldi.Bugünde güneşin battığına ve havanın karardığına tanıklık etmeden uykuya dalıyoruz.

Bergen’de görüşmek üzere.