14 Haziran 2012 Perşembe

VİYANA,ST. PETERSBURG VE BARCELONA İLE KARŞILAŞTIRILABİLECEK GÜZELLİKTEKİ RİGA’M…

Bu sabah yine erkenden yollara düşüyoruz. Önce Rundale Kalesini göreceğiz. Sonrasında Riga’da olacağız. Bu yazı Riga ile ilgili ikinci yazım. Eğer ilkini okumak isterseniz http://abidinlutfidemir.blogspot.com/2012/03/baltiklarin-kesfedilmemis-guzel-kizi.html adresini ziyaret etmenizi rica edeceğim.

İlk olarak gideceğimiz Rundale Sarayı Barok ve Rokoko Sanatının hem Letonya hem de Avrupa'da ki en önemli eserlerinden birisi olarak kabul ediliyor(Meraklısına Not: 1-) Barok Sanatı: Barok, Avrupa'da yaygınlaşan sanatta bir anlatım biçimidir. Barok kelimesi, Portekizce düzensiz inci anlamına gelen barroco sözcüğünden türemiştir. Barok sözcüğü, birbirinden ayrı iki şeyi tanımlar; sanat tarihinde, Rönesans ile klasikçilik arasında kalan bir dönemi ve bütün çağlarda verilmiş bazı eserlerin tarzı. Başlangıcı ve bitişi için kesin bir tarih verilememekle birlikte 16. ve 18. yüzyıllar arasında oluşup şeklini almış bir dönemdir. Mimarlık, müzik, resim ve heykelin etkileyici temalar altında birleştirilmesi amacını güder. Abartılı hareket duygusu ve net gözüken detayları ile dönemin müzik ve edebiyatında da kendini gösterir. Yoğun bir etki bırakan bu anlatım biçimi kendi alanında fazla eser verildiğinden bir dönem adı olarak anılmaya başlanmıştır. 1600'lerde Roma'da kilise etkisinde doğmuşsa da tüm Avrupa'ya yayılmıştır. Mimaride Mimar Louis Le Vau ve bahçeci André Le Nôtre tarafından yapılan Versailles Sarayı, Barok mimarisinin en tipik örneklerindendir. Bunun yanında resimde Caravaggio, Rembrandt, Rubens, Vermeer; heykelde Gianlorenzo Bernini; müzikte Johann Sebastian Bach, Antonio Vivaldi, Domenico Scarlatti, Georg Friedrich Handel, Georg Philipp Telemann Barok tarzında eser vermiş kişilere örnek olarak verilebilir. Ayrıca günümüzde de halen Barok tarzda eserler veren müzisenler vardır. Örnek olarak ünlü gitar virtüözü Yngwie J. Malmsteen verilebilir. Barok tarzını en çok yansıttığı albümü ise Concerto Suite for Electric Guitar and Orchestra'dır.

2-)Rokoko Sanatı: Barok stilinden sonra sanat akımlarına verilen addır. 17.nci yüzyılın ortalarına doğru Barok stilinde kullanılan doğru çizgilerden meydana getirilen süslemeye karşı tepki olarak doğmuş olan barok stilin hatları gibi eğri büğrü çizgili motiflerden ibaret olup Barok'tan daha ince ve şekillerin kıvrımları daha zarif bir stildir. Barok stiline karşı tepki olarak klastik stilin yeniden ortaya çıkmasından sonra Rokoko deyimi modası geçmiş şey anlamına kullanılmıştır. 13.cü yüzyılda kalın malzeme inceltilmek suretiyle levhalar haline gelmiştir. İnceltilmiş olan demir malzeme Rokoko stilinde yapılmış süslü işlerde kullanılmıştır. Bu stilde malzemeyi şekillendirmede kullanılan takım izleri açık olarak bellidir. Uç kısımları boncuk baskı ile izlenerek sonradan kısaçla içe veya dışa doğru bükülmüştür. Yarmalar dövülerek, bitki yapraklarını stilize edecek şekilde yapılmıştır. Dövülerek inceltilen kesit değişmeleri bazı yerlerde geometrik şekiller meydana gelecek şekilde delinmiştir. İnceltilmiş olan kesit kurşun üzerinde bombe başlı çekiç ile çukurlaştırılarak diğer yüzde kabarıklar elde edilir. Bel (gövde) genellikle kare veya lama (dikdörtgen) gereçten yapılır. Rokoko stilinde yapılmış işlerde, sanatçı motifin her yerini en iyi işleme gayretini göstermiştir. Rokoko stilinde çerçeve kullanılmaz. Serbestlik esası konuya hakimse de simetrik konumdan çıkılmamıştır).

Rundale Sarayının;

1736-1740 yılları arasında ünlü İtalyan Mimar Rastrelli tarafından Courland Dükü için yazlık saray olarak inşa edildiğini, o yıllarda günümüz Letonya topraklarının Leh İmparatorluğu'na bağlı bir eyalet olduğunu,

Courland Dükü Biron'un ölümü sonrasında sarayın Rus Çar ve Çariçe’leri tarafından kullanıldığını,

Öğreniyorum.

Sarayın tasarımı ve dekorasyonunun hepimizi etkilediğini, özellikle sarayın bahçesinin güzel ötesi olduğunu sizlerle paylaşmak isterim. Günün birinde yolunuz Riga’ya düşerse mutlaka Rundale Sarayına gitmeniz gerektiğini söyledikten sonra isterseniz Riga’ya doğru yola düşelim.

Riga’ya 70 kilometre yolumuz kaldı. Sevgili Şoförümüz Polonya’lı ve çok dikkatli araç kullanıyor. Otobüs içerisinde herkesin keyfi yerinde. Bu esnada ön aracın fırlattığı oldukça büyük bir taş otobüsün camına doğru geliyor. Çarpmanın şiddetiyle şoförümüz direksiyon hakimiyetini kaybediyor. Eyvah diyorum. Ama 3-5 saniye içerisinde hakimiyet yeniden şoförümüzde. Otobüsten kocaman bir alkış kopuyor.

Riga’ya ulaşır ulaşmaz otelimize yerleşiyoruz. Otelimiz Radisson Sas ve Daugava Nehrinin hemen önünde. Balkondan muhteşem bir manzarası var.

Odalarımıza yerleştikten 1 saat sonra Riga’yı keşif için dışarıya çıkıyoruz Kolay değil 800 yıllık tarihe sahip yaşayan bir Ortaçağ şehrindeyiz. Yürümeye başlar başlamaz da kendimizi zaman tünelinde hissetmeye başlıyoruz.

Jugendstil Mimarisinin (Meraklısına Not: Jugendstil Mimari asıl temeli Yeni Sanat olan, 1896 yıllarında Almanca konuşulan bölgelerde mimari bir akım olan Jugenstil, 1906-1914 yıllarında doruk noktasına ulaşmıştır.1920’ler de önemini yitiren akım başka isim ve değişikliğe uğrayarak devam etmiştir. Otto Wagner,Gustav Klimt ve Josef Hoffman bazı ünlü Jugendstil çalışmalar yapmış ünlü mimarlardır. Klasik Sanatlara tepki olarak ortaya çıkan Art Nouveau, Almanya'da olduğu gibi Riga'da da Jugendstil adıyla tanınmaktadır.Bu akım 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında özellikle mimariyi etkilemeye başlamıştı. Sanatçılar özgürlük ihtiyaçlarını ortaya koymuş, mimarlık tarihinin 'kreması' binalar ortaya çıkmıştı) merkezindeyiz.

Riga’da binaların yarısına yakınını tasarlayanın ünlü Sovyet yönetmen Sergey Eisenstein'in babası Mikhail Eisenstein olduğunu, 700'den fazla binasıyla dünyada en fazla Jugendstil mimari örneğinin bu kentte olduğunu öğreniyorum. Riga'da yapıları izlerken benim gibi herkesin etkilendiğini fark ediyorum.

Özgürlük Anıtı Milda, Riga Kalesi,Tarihi İsveç Geçidi, Dom Meydanı ve Dom Katedrali, Saint Peter Kilisesi, Opera Binası, Saint Jacob Kilisesi,İşgal Müzesi ve Meclis Binasını görüyoruz.

Baltıklara ve İskandinavya’ya yolu düşenler bilirler. Yaz aylarında sivri sinekler oldukça boldur. Ancak doğal dengenin bozulmaması için hiç ilaçlama yapılmamaktadır. Bunun en katı uygulayıcısı da Letonya’dır. Böyle olunca Riga’da sivri sineklere ziyafet olduğumuzu söyleyebilirim.

Riga'nın merkezinde bulunan Özgürlük Anıtı “Milda” nın önündeyiz. I ve II. Dünya Savaşları arasında bağımsızlık döneminde dikilen anıtta yer alan üç yıldızın Letonya'nın üç bölgesini (Kurzeme, Vidzeme, Latgale) ve özgürlüklerini temsil ettiğini öğreniyoruz. Mevsimin yaz olması nedeniyle Anıtın yanındaki parkta Riga’lıların güneşlendiklerini,bisiklete bindiklerini ve yürüyüş yaptıklarını görüyorum.

Riga’nın eski kent bölümünün 1997 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesine dahil edildiğini öğreniyorum. Daha önceki seyahatimden deneyimim olduğundan dolayı St. Peter Kilisesine yöneliyoruz. 29 Haziran 1941 yılında St. Peter gününde Nazi bombardımanı sonucu yanana kadar ayakta duran ve şimdi asansör ile çıkılabilen metal kulenin S.S.C.B döneminde Mimarlık Müzesi olarak kullanıldığını gruba aktarıyorum. St Peter Kilisesi'nin Kulesine çıkıp Riga’yı kuleden seyre dalıyoruz. Herhangi bir şehri tepeden seyretmenin hem çok keyifli hem de şehri daha iyi keşfetmenin yolu olduğunu bir kez daha fark ediyorum. Daugava Nehri'nin Riga'nın ortasından geçtiğini, nehrin kıyısında bulunan ve Stalin döneminden kalma Bilimler Akademisi binasını, Avrupa'nın en büyük pazarı Zeplin Hangarları'nı, Parlamento Binasını ve eski kentteki önemli yapıları tekrar görüyorum.

Hepimiz biliriz Avrupa'nın en önemli geleneklerinden biri Noel ağacının süslenmesidir. Bu geleneğin ilk kez Riga'da gerçekleştiğini, 1510 yılının Noel gecesi eğlencelerin sokaklara taştığını, tüccar ve zanaatkarın meydandaki çam ağacının etrafında dans etmeye başladıklarını, ellerine geçen süsleri ağaca atıp en sonunda da koca ağacı yaktıklarını, bunun süslenen ilk Noel ağacı olarak kabul edildiğini, geleneğe dönüşen bu hareketi Martin Luther’in ağacı eve sokarak ateşe vermek yerine de mum asarak şimdi uygulandığı haline kavuşturduğunu öğreniyorum.

Yolda yürürken birden Riga ile ilgili olarak okuduğum bir yazı aklıma geliyor. Aynen paylaşıyorum. “Riga’da yürümenin altın kuralı, yanınızdan geçen kıza asla dönüp bakmamaktır. Çünkü karşıdan gelen daha güzel bir kızı kaçırabilirsiniz.” Gerçekten yol boyunca çok sayıda güzel kadın görüyoruz.

Riga esasında çok küçük bir kent. Ama tarihi görüntüsü, yemyeşil doğasıyla oldukça etkileyici.Adeta beyaz bir kağıdın üzerine çizilmiş güzel bir resim gibi. Resim deyince rotamızı Riga'da bulunan Dekoratif Uygulamalı Sanatlar Müzesine çeviriyoruz. Akşama doğru müzeden çıkıp yanında bulunan Güzel Sanatlar Fakültesine giriyoruz. Benim içinden sadece “Ah keşke ülkemde de böyle uygulamalı Güzel Sanatlar Fakülteleri olsa” diye geçiyor. Akşam otele dönüyoruz. Yarın yeniden yollardayız. Önce Parneu,sonra Talin ve en son Helsinki’de olacağımız yoğun bir güne uyanacağız.Odamın balkonundan Riga’nın gece manzarasını seyrederken defterime “Sadece Viyana,St. Petersburg ve Barcelona ile karşılaştırılabilecek güzellikteki Riga” cümlesini yazıyorum.

Yarın görüşmek üzere…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder