7 Haziran 2012 Perşembe

KÜLLERİNDEN DOĞAN VARŞOVA'YI SEVMEMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR...


Pekmezci Gezi Grubuyla yeni bir güzergahımız var. Bu kez Varşova,Vilnius,Riga,Talin ve Helsinki’nin sanat yuvalarını gezeceğiz. Aşağıdaki yazıda gerçekleştirdiğimiz bu geziye ilişkin anılarımı okuyacaksınız.

Sabaha karşı erkenden kalkıp buluşma noktamız Belpa Buz Pateni Sarayı önüne gittik. İstanbul uçağımız saat 08.00 de. İstanbul’a 09.05 de vardıktan sonra Türk Havayolları’nın TK 1765 sayılı uçuşu ile saat 10.50’de Varşova’ya hareket ettik. Grubumuzun enerji dolu sohbeti ve mutluluğu tüm uçak yolcularına ve mürettebata yayıldı. Mutluluk ve mutsuzluk bulaşıcıdır.Mutsuz insanları ve size mutsuzluk virüsünü bulaştıracak kişileri kendinizden ve çevrenizden uzaklaştırın diye bir makale okumuştum. Bu makalede yazanlar bizim grubumuza üye arkadaşlarıma ve birlikteliğimize çok uyuyordu. Bu nedenle de bu makaleyi kesip sakladım. Öncelikle bu makaleyi sizlerle paylaşmak istiyorum.

“ Son yapılan araştırmalara göre duygular, alışkanlıklar ve davranışlar bulaşıcı. Başkalarının üzerimizdeki etkisi sandığımızdan daha fazla. Öyle ki bazen hiç karşılaşmadığımız insanların etkisinde bile kalabiliyoruz. Harvard Üniversitesindeki bilim insanlarının yürüttüğü bir araştırmaya göre duygu durumumuz üzerinde başkalarının etkisi tahminlerimizden daha fazla. Öyle ki bu başkaları yalnızca birinci dereceden arkadaşlarımız olmayabiliyor; arkadaşlarımızın arkadaşlarının arkadaşlarının duygu durumu -daha önce hiç görmediğimiz üçüncü dereceden uzak arkadaşlar- sosyal ağ üzerinden bir virüs gibi bizlere bulaşabiliyor. Gerçekten de bu birbirini etkileme olgusu, henüz tam olarak anlamadığımız bir şekilde arkadaşlık ağı üzerinden yayılıyor. Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesinden tıbbi sosyolog Nicholas Christakis mutluluk, depresyon, obezite, içki ve sigara alışkanlığı, sağlık takıntısı, özel bir müzik ve yiyecek türü tercihi, hatta intihara yatkınlık gibi duygu ve davranış şekillerinin suya atılmış çakıl taşları gibi sosyal ağlar üzerinden yuvarlanarak yol aldığını ileri sürüyor.

Yalnızca yakın çevremizdekilerin değil,tanımadığımız insanların duygu durumlarından, sağlık durumlarından ve alışkanlıklarından etkilendiğimiz düşüncesi ilk bakışta korkutucu gelebilir. Bu bir anlamda yaşantımızda kontrolü başkalarının ellerine teslim ettiğimiz anlamına geliyor. Çünkü toplumsal etkileşimler genellikle bilinçaltı düzeyde seyreder.Columbia Üniversitesinden Sosyolog Duncan Watts, bu konuda tedirginlik yaşamanın gereksiz olduğunu söyleyerek şöyle konuşuyor: Sosyal etkileşim çoğu zaman iyi bir şeydir. Öncelikle yapısal açıdan sosyal yaratıklar olduğumuzu kabullenelim. Kim olduğumuz ve ne yaptığımız genellikle çevremize çizdiğimiz küçük dairenin dışında kalan güçlerin etkisi ile şekillenir. Bu gerçeği de reddetmeyelim. Dahası, sosyal bulaşıcılık diye bir kavramın farkında olduğumuz zaman bundan etkilenmemenin yollarını da bulabiliriz. Belki de bu olguyu kendi lehimize çevirebiliriz. İnsanların, etkisi altında oldukları sosyal ağ üzerinde az da olsa bir kontrolleri bulunduğunu ileri süren Christakis, bu şekilde dizginleri tümüyle elden kaçırma riskinin düşük olduğuna inanıyor.

Christakis son araştırmasında mutluluğun insandan insana nasıl bulaştığını araştırmış. Bu araştırmada denek olarak 1948 yılından sürmekte olan Framingham Kalp Araştırmasına katılan deneklerden yararlanan Christakis ve ekibi, mutlu insanların kümeleşme eğilimi taşıdığını ortaya çıkartmış. Bunun nedeni tahminlerin aksine mutlu insanların kendiliğinden birbirlerine yönelmeleri değil. İnsanların bilinçli arkadaş seçiminden bağımsız olarak, mutluluğun sosyal temas yoluyla yayılma şekline bağlı olarak mutlu insanlar bir araya gelebiliyor.

Ayrıca, mutluluğun yalnızca yakın çevredeki arkadaşların mutluluğuna değil, arkadaşın arkadaşının, arkadaşın arkadaşının arkadaşlarının mutluluğuna da bağlı olduğunu ortaya koyan Christakis, bir insanın ne kadar çok sayıda arkadaşı varsa o kadar mutlu olması şaşırtıcı gelmeyebilir. Ancak önemli olan arkadaşların sayısı değil, bu insanların mutlu olup olmamalarıdır diye konuşuyor.”

Mutluluğumuzun tüm uçağa yayılması sonrası saat 12.25’de Varşova’ya ulaşıyoruz.

Havaalanından şehre doğru yol alırken bol renkli yapılar ve arnavut kaldırımı yollar dikkatimizi çekiyor.

Varşova Vistül Nehrinin hemen kıyısında kurulmuş bir şehir ve tarihi 12. yüzyıla kadar dayanıyor. Varşova hakkında bir çok şehir efsanesi mevcut. Bir çoğunu okudum. Bunlardan en ünlüsü olan Deniz Kızı Syrena’yı okuduktan sonra çok etkilendiğimi belirtmek ve bu efsaneyi sizinle paylaşmak isterim.

“ Baltık Denizinde deniz kızı olarak yaşayan iki kız kardeş, deniz hayatından sıkılıp karaya çıkmak ister. Kızkardeşlerden birisi Danimarka boğazından geçerek bugünkü adıyla Kopenhag Limanına doğru yönelir. Diğer kardeş Syrena ise Baltık kıyısının ünlü şehirlerinden Gdansk’a kadar yüzer ve oradan da Vistül Nehrine geçer. Varşova’nın kurulu olduğu yere kadar yüzen denizkızı, dinlenmek için karaya çıktığında burayı çok sever ve yaşamını burada devam ettirmeye karar verir. Fakat burada yaşayan balıkçılar denizkızına balık ağlarını serbest bıraktığı için kızarlar ve onu cezalandırmaya karar verirler. Denizkızını kıyıda ararlar ama bulamazlar. Bir süre sonra uzaklardan denizkızının güzel sesini duyarlar ve sesinden çok etkilenirler. O günden sonra denizkızı muhteşem sesiyle orada yaşayan halkın neşesi hâline gelir.

Günün birinde şehre gelen zengin bir tüccar, sesi ile ünlü olan denizkızı Syrena’yı görür. Onu yakalayıp panayırda sergilemeyi düşünür. Syrena’yı bir ağ ile yakalar ve onu bir barakaya kapatır. Syrena’nın ağlayan sesi ile söylediği şarkıları duyan genç bir balıkçı onu kurtarır. O günden sonra Syrena artık orada yaşayamayacağını anlar ve orayı terk etmeye karar verir. Ancak onu çok seven halkı da unutmaz. Şehirden ayrılmadan önce yardıma ihtiyaç duydukları anda onları korumak için geri geleceğine dair söz verir.

O günden beri Syrena, Varşova’nın koruyucusu olarak bilinir ve bunu temsilen Vistül Irmağı kıyısında elinde kılıç ve kalkanı ile duran denizkızı heykeli bulunur.”

Varşova’ya vardığımızda şehrin halen eski sosyalist rejimin karakterini taşıyan geniş caddeleri ve tek tip köhne binaları dikkatimi çekiyor.

Stare Miasto’tayız ilk olarak. Burada binaların duvarlarındaki kurşun izlerini fark etmemek mümkün değil. Oldukça etkilendiğimi ifade etmeliyim. Bulunduğumuz yer Eski Şehir ve tarihi 13. y.y’a kadar uzanıyor. 2.Dünya Savaşında yok olan bu meydan artık UNESCO’nun koruması altında imiş. Meydanda tamamen tarih var. Meydan bir çok ara sokağa açılıyor. Bu sokaklara giriyorum ve oldukça dar olan sokaklarda yürüyorum.

Orijinal ismi Plac Zamkowy olan Kale Meydanındayız. Burası mimarisi, kaldırım kafeleri, müzisyenleri ile balon ve hediyelik eşya satıcıları ile yirmi dört saat yaşayan bir meydan. Her yerde Polonya’lı gençler var.Meydanın gençliğin favori buluşma yeri olduğunu ve yeni yıl partilerinin bu meydanda yapıldığını öğreniyorum.

Polanya’lıların Nazilere direnişi anısına 1989 yılında dikilen Varşova’nın Yükselişi Anıtı (Pomnik Powstania Warszawskiego) önündeyiz hep beraber. Bol bol fotoğraf çekerek dinleniyoruz. Kolay değil sabahın ilk ışıklarıyla düştüğümüz yollardayız halen.

Sırada St. Anne Kilisesi var. Bu kilisenin de savaşta yerle bir olduğunu, savaş sonrasında orijinal gotik unsurlara bağlı kalınarak restore edildiğini, bu kilise için Varşova’nın kültür mirası denildiğini öğreniyorum. Muhteşem bir şehir manzarasına hakim olarak kiliseden ayrılarak Kutsal Haç Kilisesine doğru yol alıyoruz. Bu kilise Varşova Üniversitesine çok yakın. Savaş sırasında çok hasar görmesine karşın kilisenin mihrabındaki bazı orijinal Barok süslemelerinin korunduğuna tanık oluyoruz. Kilisenin sol tarafındaki ikinci sütununda Frédéric Chopin’e ait küllerin bulunduğu vazoyu fark ediyorum. Paris’te ölümünden sonra bestecinin vasiyeti üzerine küllerin buraya getirildiğini öğreniyorum.

Hep beraber Chopin Anıtının bulunduğu Lazienki Parkına giriyoruz. Parkın peyzajı karşısında etkilenmemek mümkün değil. Türkiye’deki tüm belediyelerin Park ve Bahçeler Müdürlüğü yetkililerin bu parkı görmeleri gerektiğini düşünüyorum. Park içerisinde yürüyerek Chopin Anıtı önüne geliyoruz. Yürüyüşümüz esnasında park içerİsinde sincapları,ceylanları, tavus kuşlarını görüyorum. Chopin Anıtı ziyareti sonrasında park içerisinde dolaşırken su üzerinde bir yapı gözüme çarpıyor. Parkın merkezinde neoklasik tarzda yapılmış su üzerindeki bu yapının eskiden Kralın Saray olarak kullandığı Palas olduğunu öğreniyorum.

Otele dönüyoruz. Otelimiz çok merkezi konumda. Bilim ve Kültür Sarayının tam karşısında. Burası Varşova’nın her yerinden görülen 234,5 metre uzunluğunda bir yapı. Otel odamın penceresinden nefis kareler yakalıyorum. Bilim ve Kültür Sarayı Stalin’in savaş sonrası Polonya’ya armağan ettiği bir eser(Meraklısına Not: Bu sarayın 30.katına mutlaka çıkmalı ve Varşova’yı seyretmelisiniz).

Sabah erkenden kalkarak yürüyüşümü yaparak otele dönüyorum. Kahvaltı sonrası gideceğimiz çok yer var. Zevkli ve heyecanlı bir güne daha merhaba diyorum. Hep birlikte uzun yıllar Polonya’nın sembolü olan Belvedere Sarayına doğru gidiyoruz.Burası aslında dün ziyaret edip hayran kaldığımız Lazienki Parkın güney kapısının hemen yanında bulunuyor. Belvedere Sarayının etrafında sarayı çevreleyen demir maskeli askerler bulunuyor. Sarayın Polonya Başbakanı ve ailesinin yaşaması için inşa edildiğini, Polonya eski Başbakanı Lech Walesa’nın Krakowskie Przedmiescie’da yaşamaya başlamasıyla burasının tek işlevinin yurt dışından resmi ziyarette bulunan devlet adamlarının temsili olarak buraya ziyaret etmesi olduğunu öğreniyorum.

Belvedere Sarayından sonra Denizkızı Heykeline (Syrenka) doğru gidiyoruz.Alman askerlerinin Varşova’yı yerle bir etmesine karşın bu anıta dokunmadıklarını okuyorum. Heykelin yanına geldiğimde denizkızının elindeki kılıcı ve kalkanıyla Varşova topraklarını koruduğu hissine kapılıyorum. Üç metre uzunluğundaki heykel önünde bol bol fotoğraf çekiyoruz.

Yolumuz üzerinde Neoklasik tarzda yapılmış Büyük Tiyatroyu görüyoruz. İhtişamlı bu yapı içerisinde günün birisinde bir temsil seyredebilmeyi diliyorum. Tiyatronun 1900 kişilik oturma kapasitesiyle Avrupa’nın en büyük salonlarından olduğunu, iç mimarisinin ve moziklerle süslü kolonlarının sadece fuaye ve oyunlarda görülebildiğini öğreniyorum.

Şimdi yolumuz Yahudi Mahallesine doğru. Mahalle 2. Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından işgal edilen Varşova’nın trajik tarihini gözler önüne seren bir yer. Roman Polanski'nin “The Pianist” filmi burada çekildiğinden ve bu film beni çok etkilediğinden mahalleyi görmek ayrı bir heyecan uyandırdı bende. Mahallede getto kahramanlarını sembolize eden pek çok anıt gözümüze çarpıyor(Meraklısına Not: Ghetto  ya da getto, bir kentin herhangi bir azınlıkça yerleşilen bölümüne genel olarak verilen addır. İbranice kökenli bu sözcük özelde Almanya ve Doğu Avrupa şehirlerinde eskiden Yahudilere ayrılan, sonra da Yahudi semtlerine verilen bir addır. Genelde kötü koşulların hakim olduğu bölgeler için kullanılır. Getto, amacı ne olursa olsun, her azınlığın sığınma veya sürülme (örneğin Varşova gettosu) yeridir. Ayrıca II. Dünya Savaşı sırasında Adolf Hitler önderliğinde üstün kabul edilen Aryan ırkını, alt ırk diye tabir edilen Yahudi ırkından ayırmak için tüm Yahudileri ayrı bir küçük mahalleye yerleştirme işidir.Günümüzde ise özellikle ABD'de yine zenci mahallelerinden oluşan ayrı bir getto yerleşim alanı vardır).

Varşova’da görmediğimiz yer kalmadı artık sanat yuvalarına doğru gidiyoruz. İlk olarak Milli Müzedeyiz (Narodowe - National Museum).Müzenin 20 Mayıs 1862 tarihinde Varşova Güzel Sanatlar Müzesi adı altında kurulduğunu, Müzenin bugünkü ismini 1916 yılında aldığını, 1932 yılında dekoratif sanatlar bölümünün açıldığını, 1938'de müzeye yeni bina eklendiğini, 2.Dünya Savaşı sırasında müzenin Alman askerleri tarafından tahrip edildiğini, müzede 780.00'den fazla eserin sergilendiğini, Müzede Antik Sanat, Ortaçağ Sanatı, Yabancı Tablolar, Polonya Tabloları, 20.yy Polonya Sanatı, Polonya Dekoratif Sanatının kalıcı olarak sergilendiğini öğreniyorum. Elbette bu 780.000 eserin tamamını görme şansımız yok. Eski harita ve gravürler ile Asya sanatının önemli koleksiyonları ve Çin porselenleriyle Hindu ve islami el yazmaları ilgimi çekiyor.

Çıkışta hep birlikte Zacheta Ulusal Sanat Galerisine gidiyoruz. Çıkışta ben gruptan ayrılarak Chopin Müzesine uğruyorum ve Chopin’in son kullandığı piyanoyu görüyorum.

Otele dönüyoruz. Yarın Vilnius’a doğru gideceğiz ve yolumuz uzun. Yaklaşık 7-8 saat otobüs yolculuğumuz var.

Vilnius’ta görüşmek üzere.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder